Yiğitlerim, bugün sizin sevginizle titreyen şu
Kosova meydanı, Allah’ın izni ile muzaffer bir şekilde dalgalanacak
olan şanlı sancağımızın Macaristan içlerine doğru gitmesini, bundan
sonra hiçbir düşman hamlesi durduramayacaktır.”31
Murad Hüdavendigar’ın Kosava Meydan Savaşı’nda askerlerine yaptığı konuşmadan
Balkanlar’da bugüne kadar olup bitenler ve gelecekte olması muhtemel
gelişmeler hakkında doğru fikir edinebilmenin ve olayları doğru açıdan
değerlendirebilmenin yolu Türkiye’nin bölge ile tarihi bağlarını doğru
tespit etmekten geçer.
Bu nedenle Türklerin
Balkanlar’a gelişi kadar, bu topraklardan ne şekilde ve hangi amaçla
çıkarılmaya çalışıldıklarını da iyi kavramak gerekir.
Türkler Balkanlar’a ilk adımı Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı
ordusunun 1353′de Çanakkale Boğazı’nı geçip Rumeli topraklarını fethi
ile attı. 1389 Kosova Savaşı ise bir yandan Sırpları tarihi bir hezimete
mahkum ederken, öte yandan Balkanlar’da Osmanlı’nın yenilmez bir güç
olduğu gerçeğini ortaya koydu. 1521′de Kanuni’nin Belgrad’ı almasıyla
hemen hemen tüm Balkanlar Türklerin hakimiyetine geçmiş oldu. Ancak bu,
Türklerin Balkanlar’daki ilk hakimiyeti değildi.
Aslında bölgeye ilk gelen Türk kavmi, Hunlar’dı. Ancak Balkanlar’a
Bizans’ı yenerek Batı Roma üzerinden gelen Hunlar, bu bölgede uzun
süreli bir hakimiyet kuramadılar. Hunların ardından gelen Avar Türkleri
ise Balkanlar’da geniş topraklar fethederek, yaklaşık 250 yıl süren bir
hükümranlık dönemi yaşadılar. Ancak Avarlar 8. yüzyılın sonunda
Hıristiyanlığı kabul ederek Slavlaştılar ve tarihten silindiler.
Avarlardan sonra da göçebe Türk boylarının Balkanlar’a akınları devam
etti. Ancak zaman içinde Slav halkı arasında asimile olup yok oldular.
32
Osmanlılar ise hiçbir zaman asimile olmadılar. Aksine, fethettikleri
her coğrafyaya kendi kimliklerini taşıdılar. Bunun en büyük nedeni İslam
dinidir. İslam öncesi Türkler, güçlü bir kültüre sahip olmadıkları için
fethettikleri topraklarda hem askeri hem de kültürel olarak kalıcı
olamamışlardı. Oysa İslam’ın kabulünden sonra Türkler “asimile olan”
değil “asimile eden” bir millet oldu. Bunun en güçlü örnekleri ise
Osmanlı tarihinde ortaya çıktı.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Örneğin Osmanlılar, İslam sayesinde Balkanlar’da kalıcı olabildiler.
Balkanlar’da Kanuni Sultan Süleyman’ın Belgrad’ı almasıyla sağlamlaşan
Osmanlı hakimiyeti, bölgedeki çeşitli Hıristiyan halkların zaman içinde
ve kendi rızalarıyla İslam’ı kabul edişine vesile oldu. Dahası Osmanlı
yönetimi bölgeye asırlar süren bir istikrar ve barış getirdi. Din, dil
ve ırk bakımından çok karışık bir yapıya sahip olan Balkanlar’da Osmanlı
yönetim tarzı tüm bu farklılıkları birbirleri ile kaynaştırma temeli
üzerinde kurulu idi. Balkanlar’ın coğrafi yapısı itibarı ile her dönemde
muhafaza edilen farklı kültürler, tarih boyunca ancak Osmanlı döneminde
birarada huzur ve güvenlik içinde yaşadılar.
Bu tarihi gerçek, Osmanlı arşivlerinde yer alan belgelerle de gün yüzüne çıkmaktadır. Prof. İsmet Miroğlu’nun
“Türklerde İnsani Değerler ve İnsan Hakları” isimli
çalışmasında yer verdiği belgeler Balkan halklarının Osmanlı
yönetiminden duydukları memmuniyeti gözler önüne sermektedir. 12 Şubat
1867 tarihinde yazılmış olan başka bir belgede Bulgar Milleti’nin
Osmanlı idaresinden memnun oldukları şöyle ifade edilir:
Bulgar Milleti kulları beşyüz seneden beri
Osmanlı idaresi altında mesut olarak yaşamaktadırlar. Bu süre zarfında
mal, can ve dinleri fesatçıların ve kötülük peşinde olan kişilerin
tecavüzünden muhafaza edilmiştir. Halbuki diğer memleketlerde yaşayan
güçsüz ve fakirler, zenginlerin saldırılarına ve zulmüne maruz
kaldıkları gibi kendilerine her türlü haksız muamele de reva
görülmüştür. Zira Osmanlı idaresi altında yaşayan kuvvetliler tarafından
güçsüzlere hiçbir şekilde eziyet edilmemiş, güçlüler ve zayıflar
devletin bahşettiği adalet ve hakkaniyetten aynı nisbette
faydalanmışlardır. Osmanlı idaresindeki Hıristiyanlar arasında din ve
mezhep farkı gözetilmeyerek hepsine eşit muamele edilmiştir.33
|
|
|
|
1829 yılında Osmanlı idaresinden çıkan Yunanistan tam
anlamıyla çetelerin kontrolüne girdi. Üstte Selanik’in kaybedilmesinden
önce eşkiyalarla işbirliği içinde olan Yunan ordusu. Altta bağımsızlık
sonrası Osmanlı arazisinde çetecilik yapan Yunanlı eşkiyalar bir Osmanlı
müfrezesince tevkif edilirken.
|
|
|
|
|
Söz konusu huzur ve istikrar, 19. yüzyılın başında gelişen
ulus-devlet anlayışının Batılı güçler tarafından bu topraklarda
kışkırtılan bağımsızlık hareketlerini alevlendirmesine kadar sürdü. 19.
yüzyıl boyunca, dış güçlerin tahrikiyle, bölgedeki gayrimüslim tebaa
arasında iç isyanlar başladı. İsyanların ilk siyasi sonucu,
Yunanistan’ın 1829′da bağımsızlığını ilan etmesi oldu.
Başta Sırplar olmak üzere gayrimüslim halklar arasındaki isyan
hareketlerinde, Rusya’nın yönlendirdiği Pan-Slavizm hareketi etkili
oldu. Bilindiği gibi bu akım Slav ırkının üstünlüğünü, kültürel ve
siyasi olarak birlikte hareket etmesi gerektiğini öne sürmekteydi. Buna
göre özellikle Osmanlı topraklarında yaşayan Slav kökenlilerin
milliyetçilik duyguları tahrik edilerek, Osmanlı aleyhine faaliyette
bulunmaları sağlanıyordu.
|
|
|
|
Kongre çalışmalarına, Osmanlı İmparatorluğu’nu temsilen Sadullah Bey ve Kara Todori Paşa katılmıştı.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından düzenlenen Berlin Kongresi ile,
Balkanlar’daki Osmanlı topraklarının önemli bir bölümü Devlet-i Ali’nin
yönetiminden çıktı.
|
|
|
|
|
Yine bu akımdan etkilenen bazı topluluklar da daha rahat bir hayat
umuduyla Rusya’ya göç etmekte idi. Ancak kısa süre içerisinde ne kadar
büyük bir yanılgı içinde olduklarını anlamaya başladılar. Pan-Slavizm
propagandasından etkilenerek Rusya’ya göç eden Bulgarların 30 Ocak
1862′de Osmanlı Devleti’ne geri dönebilmek için padişaha yazdıkları bir
mektup bu pişmanlığı açıkça ifade etmektedir. Bu mektup, bir yandan
Bulgarların Osmanlı topraklarından göç ettikleri için duydukları derin
pişmanlığı dile getirirken, öte yandan Osmanlı’nın Batılı güçler
tarafından yeri doldurulması mümkün olmayan adalet ve devlet anlayışını
gözler önüne sermektedir:
Ecdadımız Osmanlı idaresi altında rahat ve her
türlü nimet ve adaletle dolu bir hayat sürmüşler iken bizler, Rusya’ya
gitmekle yazık ki bir tuzağa düşmüş olduk. Saf insanlar olduğumuz için
aleyhimize tertiplenen bu hareketin sonunu düşünmedik ve bu işi bilerek
yapmadık… Gece gündüz pişmanlık gözyaşları döküyoruz. Zira burada hiç
kimse yüzümüze bakmıyor… Bizler gibi kandırılan Bulgar hemşehrilerimizle
birlikte affedilerek tekrar Osmanlı topraklarına dönebilmemiz hususunu
niyaz ederiz.34
|
|
|
|
1. Balkan Savaşı sırasında Osmanlı’ya karşı birleşen Balkan devletleri,
II. Dünya Savaşı’nda Alman ve İtalyan ordularının işgaline
uğrayacaklardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşları’ndan önceki sınırları
Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşları’ndan sonraki sınırları |
|
|
|
|
Osmanlı dönemindeki istikrar ve bütünlük bölgeye istikrar getirmiş,
hem bölge halkının yaşam kalitesini yükseltmiş, hem de dış güçlerin
saldırılarına karşı küçük büyük tüm etnik kökenleri ortak bir savunma
altına almıştı. İşte bu nedenle de gerek Osmanlı’nın varlığından,
gerekse Balkan halklarının birlik olarak oluşturdukları büyük güçten
çekinen dış güçler, uzun süre bu bölgeden uzak durmuşlardır.
|
|
|
|
Sol resim, I. Balkan Savaşı’nın ardından topraklarını genişleten Bulgar
güçleri, 1913 yılında Yunan ve Sırp topraklarına saldırdı, ancak büyük
bir yenilgiye uğradılar. Sağ resim, Balkan Savaşı’nda Müslüman halka
yönelik Bulgar zulmü: İdamdan önce son namaz.
|
|
|
|
|
Ancak yüzyılın son çeyreğinde Rusya’nın ve Batılı ülkelerin yayılma
ihtirasları yeniden kabardı. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından
düzenlenen 1878 yılındaki Berlin Kongresi ile, Balkanlar’daki Osmanlı
topraklarının önemli bir bölümü Devlet-i Ali’nin yönetiminden çıktı.
Bulgaristan’ın büyük kısmı Osmanlı idaresinden koptu. Ruslar Besarabya
bölgesini ele geçirdiler. Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsız birer
devlet oldu. Bosna-Hersek ise, Osmanlı yönetiminde kalmakla birlikte
“teorik” olarak Avusturya-Macaristan toprağı haline geldi.
|
|
|
|
2. Dünya Savaşı sırasında Balkan topraklarını işgal eden Alman güçleri
Yugoslav halkını sokaklarda, iş kıyafetleriyle asmışlardı. Sokaklara
asılan ilanlar Alman askerlerine direniş gösterildiği takdirde tüm halkı
aynı sonun beklediğini ilan ediyordu.
|
|
|
|
|
Öte yandan Kıbrıs ve Süveyş de İngilizlere verildi. Berlin Kongresi
öncesinde ve sonrasında, Osmanlı’nın parçalanması ve paylaşılması,
dönemin Avrupa devletlerinin ve Rusya’nın dış politikasının temel hedefi
oldu. Batılı ülkeler için Avrupa ile Asya arasındaki stratejik Osmanlı
bölgelerini ele geçirebilmek ayrı bir önem arzetmekteydi. Bu amaçla,
onlarca farklı dil, ırk, mezhep ve etnik kökenden oluşan Balkan
halklarını birtakım milliyetçi hayallere kaptırıp provoke etmek ise hiç
zor olmadı. Osmanlı döneminde içiçe geçmiş, sakin ve istikrarlı bir
yaşam süren bu topluluklar, örneğin Sırplar, Bulgarlar veya Yunanlılar,
çeşitli kışkırtmalarla ayrılıkçı ve çeteci toplumlara dönüştüler.
Gerçekte Balkan halkları kısa süre içinde Avrupa devletlerine ve
Ruslara güvenerek yola çıkmakla tarihlerinin en büyük hatalarından
birini yapıyorlardı. Çünkü Osmanlı’nın gitmesiyle bağımsız ve güçlü
birer devlet halini alacaklarını zanneden Balkan halkları için asıl
problemler yeni başlayacaktı. Tıpkı Osmanlı öncesinde olduğu gibi Balkan
halkları tekrar parçalara bölünecek ve yıllarca birarada ve kardeşçe
yaşayan toluluklar birbirleriyle savaşmaya başlayacaklardı.
Balkan devletlerinin, Osmanlı’ya karşı düzenledikleri I. Balkan
Savaşı’nın ardından, kendi aralarında anlaşmazlığa düşüp II. Balkan
Savaşı’na girişmeleri, bu tarihsel gerçeğin en açık kanıtı olacaktı.
I. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa devletlerinin masabaşında
oluşturdukları suni sınırlara sahip ulus devletler, yaklaşan büyük
fırtınanın habercisiydi.
II. Dünya Savaşı’nda baştan aşağı Alman ve İtalyan ordularının işgali
altında kalan ve iç savaşlarla çalkalanan Balkan ülkeleri, savaşın
sonunda komünist Sovyet rejiminin kontrolüne terk edildiler. Komünist
idareler altında yıllarca baskı, şiddet ve işkenceye maruz kalan,
dinlerini yaşamaları engellenen Balkan milletleri, büyük acılar
çektiler.
Komünist rejimin dikta yönetimiyle perdelenen etnik kökenli tartışma
ve çatışmalar, bu rejimlerin yıkılmasıyla birlikte kaldığı yerden -ve
daha şiddetli bir şekilde- başladı.
|
|
|
|
OSMANLI SONRASI BALKANLAR
Çetnik ve Ustaşa vahşeti
Çetnik terörü 1990′larda yeniden ortaya çıktı ve 200 bin Müslümanı katletti.
|
|
|
|
|
Bitmek Bilmeyen Kavgaların Kaynağı
Balkanlar’ı anlayabilmek için bölgedeki Türk-İslam tarihinin
yanısıra, bölgenin stratejik ve coğrafi önemi üzerinde de durmak
gerekir. Büyük bölümü dağlık ve kayalık olan, derin vadilerle
parçalanmış ve sık bitki örtüleriyle kaplı Balkanlar’da coğrafi yapının
bir sonucu olarak iletişim ve ulaşım her zaman zorlukla sağlanmıştır.
(“Balkan” kelimesi de, “dağlık bölge” anlamına gelir.) Ulaşım ve
iletişimin zayıflığı ise, birbirlerine komşu olarak yaşamalarına rağmen,
kültürel yönden birbirinden çok uzak, hatta birbirine düşman halklar
meydana getirmiştir. Etnik farklılıklara, kültürel farklılıklar da
eklenince düşmanlıklar daha da artmış, Balkanlar istikrarsızlığa açık
bir bölge haline gelmiştir. Balkanlar’da, asırlar boyunca yüzlerce
devletin kurulmasının ve yüzlercesinin yok olmasının en önemli
nedenlerinden biri farklılıkları düşmanlığa çeviren bu tutucu ve içine
kapalı Balkan kültürüdür.
Çatışmaların alevlenmesinin altında yatan neden ise, bağımsızlığını
ilan eden ülkelerde birbirine düşman ve birarada yaşamak istemeyen
azınlıkların yer almaları olmuştur. Balkanlar’daki hiçbir devlet, etnik
ve dini yönden homojen değildir. Bu karmaşık durumu şöyle de izah
edebiliriz: Balkanlar’daki siyasi harita ile etnik dağılım haritası
arasında büyük uyumsuzluklar vardır. Hemen hiçbir etnik grup
-Karadağlılar ve Slovenler hariç- tek bir devletin çatısı altında
yaşamamaktadır. Örneğin Arnavutluk’un siyasi sınırları ile Arnavutların
yaşadıkları bölgelerin “çakışma” oranı yaklaşık %50′dir. Arnavutların
neredeyse yarıdan fazlası Arnavutluk dışında, Kosova ve Makedonya’da
yaşarlar.
Benzer bir biçimde Sırplar ile Sırbistan arasında da büyük bir
uyuşmazlık vardır. 10 milyonu aşan nüfusları ile Balkanlar’ın en büyük
etnik gruplarından biri olan Sırplar, Sırbistan’ın dışında iki ülkede
daha yaşarlar: Hırvatistan ve Bosna-Hersek’te. Öte yandan Sırbistan
toprakları içinde yaşayan insanların %15′inden fazlası Sırp değildir;
bunlar kendilerini Sırplarla “can düşmanı” olarak gören Arnavutlar ve
Sancak’taki Slav Müslümanlarıdır.
Balkanlar’daki hangi ülkeyi ele alsak, benzer bir mozaikle
karşılaşırız. Bulgaristan’da Türkler ve diğer azınlıklar nüfusun %15′ini
oluşturur. Makedonya nüfusunun %65′i Makedonlardan oluşur, ülkede %22
dolayında Arnavut, %4 Türk ve daha başka azınlıklar yaşamaktadır.
Yunanistan’ın Batı Trakya bölgesinde 120 bin kadar Türk, ayrıca kuzey
bölgelerinde büyük bir Slav Makedon azınlık yaşar. Bosna-Hersek’te
nüfusun %45′i Müslüman, %30′u Sırp, %17′si ise Hırvat’tır.
Elbette bir ülke içinde farklı etnik ya da dini grupların yaşaması
bir sorun değildir. Bu tür mozaikler, teorik olarak, “çok etnisiteli,
çok kültürlü” bir devlet düzeni ve “birarada yaşama”ya dayalı toplumsal
bir formül içinde yaşatılabilirler, tıpkı Osmanlı da olduğu gibi. Ancak
ne yazık ki Balkanlar’daki devletlerin aşırı milliyetçi yaklaşımları,
katı ideolojik uygulamaları bu formülü gerçekleştirilemez hale getirir.
Bölgedeki devletlerin önemli bir bölümü -ki başlarında Sırbistan ve
Yunanistan gelir- homojen bir etnik ve dini toplum oluşturma
amacındadırlar. Bu, kimi zaman Sırbistan örneğinde olduğu gibi “etnik
temizlik” çabalarına, kimi zaman da Yunanistan örneğinde olduğu gibi
zoraki asimilasyon politikalarına yol açmaktadır. Bu ülkelerin söz
konusu baskıcı politikalarında ısrarcı olduklarını ise yıllardır
süregelen acı tecrübelerden sonra artık öğrenmiş bulunuyoruz.
Edirne’nin Gerisinde Bıraktıklarımız…
|
|
|
|
1912 Balkan Savaşı Öncesi
1912′deki Balkan Savaşı’na dek İstanbul’dan yola çıkıp Adriyatik
Denizi’ne kadar Devlet-i Ali Osmaniye’nin sınırları içinde ilerlemek
mümkündü.
|
|
|
|
|
Balkanlar’ın bu karmaşık haritasının çok ilginç bir yönü ise,
Türkiye’den Adriyatik’e kadar uzanan bir Türk-İslam kuşağı
barındırmasıdır.
Önce geçmişe bir göz atalım. 1912′deki Balkan Savaşı’na dek
İstanbul’dan yola çıkıp Adriyatik Denizi’ne kadar Devlet-i Ali
Osmaniye’nin sınırları içerisinde ilerlemek mümkündü. Tüm Batı Trakya,
Makedonya, Arnavutluk ve hatta bugünkü Yugoslavya’nın sınırları
dahilinde kalan Kosova ve Sancak bile Osmanlı egemenliği altında idi.
Selanik, Osmanlı İmparatorluğu’nun ikinci büyük kenti idi. Dahası, söz
konusu Rumeli toprakları üzerinde yaşayan ahalinin de çoğunluğunu
Türkler ve Müslümanlar oluşturuyordu. Batı Trakya ve Makedonya’da
zamanında Anadolu’dan göçmüş olan Türkler ve Müslüman Slavlardan oluşan
bir Türko-İslami halk, çoğunluğu oluşturuyordu. Arnavutluk, Kosova ve
Makedonya’da yaşayan Arnavutlar da İslam dinini kabul etmeleri nedeniyle
Devlet-i Ali’nin “has” tebasından sayılıyordu.
Bu Osmanlı mirasının Balkanlar’da nasıl hala ayakta olduğunu görmek
içinse, İstanbul’dan çıkıp Bosna-Hersek’in kuzeybatı ucundaki Bihaç’a
bir yolculuk yapmak yeter. Türkiye sınırlarından çıkıp Yunanistan’a
girdiğinizde, Türk azınlığın yaşadığı Batı Trakya toprakları üzerinde
ilerlersiniz. Burada yaklaşık 120 bin Türk soydaşımız vardır ve
Yunanistan’ın onyıllardır uyguladığı asimilasyon politikalarına rağmen
ısrarla milli ve dini kimliklerini korumaktadırlar.
Batı Trakya’nın hemen yukarısında, güneydoğu Bulgaristan’da ise daha
kalabalık ve geniş bir Türk azınlık yaşamaktadır. Bulgaristan nüfusunun
%9′unu oluşturan Türkler, ülkenin kuzey ve güneyinde yer alan iki geniş
bölgede yaşarlar. Güney Bulgaristan’da batıya doğru ilerledikçe bu kez
de Pomak Türklerinin yoğun olarak yaşadığı bölgelere ulaşırsınız.
Pomaklar, az sayıdaki Çingene ile birlikte, Bulgaristan’ın %13′lük
Müslüman nüfusunu oluştururlar.
Batıya doğru daha da ilerleyince Makedonya’ya varırsınız.
Yunanistan’la Sırbistan’ın arasında sıkışmış olan ve her ikisini de
kendisi için bir tehdit olarak gören bu küçük Balkan devleti, stratejik
olarak Türkiye’yle aynı saftadır. Dahası, Makedonya’da çok sayıda
Arnavut ve sayıları yüksek olmasa da ağırlıkları bulunan bir Türk
azınlık yaşamaktadır. Bu iki Müslüman unsur, ülke nüfusunun yaklaşık
%30′unu oluşturur.
Daha da batıya gittiğinizde ise, Türkiye’ye göçmüş olan milyonlarca
soydaşı, Müslümanlığı ve anti-Sırp, anti-Yunan stratejik konumu
nedeniyle yine Türkiye’ye yakından bağlı olan Arnavutluk’a ulaşırsınız.
Vardığınız sahil, Adriyatik sahilidir.
|
|
|
|
1991 nüfus sayımına göre Bosna-Hersek’teki etnik
grupların ülke içindeki dağılımları ve 1995′teki Dayton Anlaşması ile
belirlenen Sırp Cumhuriyeti ve Müslüman-Hırvat Federasyonu arasındaki
sınır.
1 ve 2- Dayton Anlaşması’yla belirlenen sınır
a- Hırvatlar, b- Müslümanlar, c- Sırplar, d- Karışık yada belirlenmemiş
|
|
|
|
|
Hepsi bu kadar değil. Arnavutluk’tan kuzeye çıkın, bu kez “Sırbistan
içindeki Arnavutluk”a, yani Kosova’ya ulaşırsınız. Kosova nüfusunun
%90′ını oluşturmalarına karşın Sırbistan yönetimi tarafından sistemli
bir biçimde ezilen bu Arnavutlar, Müslüman kimliğine ve dolayısıyla
“Türkiye ekseni”ne psikolojik olarak son derece bağlıdırlar. Kosova’dan
kuzeybatıya doğru ilerlediğinizde ise, Sırbistan ile Karadağ arasındaki
sınır boyunca uzanan Sancak bölgesine gelirsiniz. 1912′ye kadar Osmanlı
toprağı olarak kalmış olan bu bölgedeki Slav Müslümanları, son derece
güçlü bir İslami kimliğe sahiptirler.
Sancak’ın bittiği yerde Bosna başlar. Bugün doğu Bosna, Bosna-Hersek
Federasyonu’nun Sırp tarafını oluşturan Republika Srpska’ya aittir. Ama
işgal edilmiş olan bu bölge biraz yarılsa, İzzetbegoviç’in Dayton
Anlaşması’nda bırakmamak için çok direndiği “Gorazde koridoru”nu
kullanarak Saraybosna’ya ve oradan da Devlet-i Ali Osmaniye’nin
sınırlarının vardığı en uç noktaya, Bihaç’a varmak mümkündür.
|
|
|
|
Bugün pek çok tarihçi Balkanlar’daki çatışmaların
Osmanlı’nın bölgeden çıkışıyla birlikte başladığına işaret etmekte ve
Balkan halklarının Osmanlı yönetimini özlediğini vurgulamaktadır.
Eylül 1998, Tarih ve Medeniyet Dergisi
|
|
|
|
|
Edirne’den Bihaç’a uzanan bu kuşak, dikkat edilirse, jeostratejik
yönden oldukça anlamlı bir hat üzerinde uzanmaktadır. Bu ise tesadüfi
bir durum değil, aksine hesaplanmış ve bilinçli olarak oluşturulmuş bir
stratejidir: Osmanlı yönetimi, Balkanlar’ı fethettikten sonra bölgede
demografik bir düzenleme yapmış ve asırlar süren bir süreç içinde
bölgedeki önemli stratejik noktalara Müslüman toplulukları
yerleştirmiştir. Bu Müslüman toplulukların bir kısmı Anadolu’dan göç
ettirilerek Balkanlar’a yerleştirilen göçebe Türkmen boyları, bir kısmı
ise Müslümanlığı sonradan kabul eden otokton (Müslümanlığı sonradan
kabul eden, aslen Türk olmayan, ama Müslüman olduğu için bölgede Türk
kabul edilen halklar) bölge halklarıdır (Arnavutlar, Boşnaklar gibi).
Kısacası Devlet-i Ali Osmaniye artık yoktur, ama Balkanlar’ı bir
uçtan diğer bir uca kat eden bir Türk-İslam kültürü ve medeniyeti onun
mirası olarak hala ayaktadır. Sayıları 10 milyonu bulan Balkan
Müslümanları, Edirne’den Bihaç’a kadar uzanan bir hat üzerinde
yaşamaktadırlar. Dahası, bu hat üzerinde bazıları 1878′den bazıları ise
1912′den bu yana direnmektedirler. Tek umutları ise bir gün eski
huzurun, barışın ve düzenin yeniden kurulması, güçlü bir birliğin tesis
edilmesidir…
Balkan Müslümanlarının Türk Kimliği
“Türko-İslami” tanımı gerek Balkan Müslümanlarının bizzat kendileri,
gerekse onları “düşman” olarak gören Balkan milliyetçileri tarafından
benimsenen bir tanımdır. Bugün başta Sırplar olmak üzere diğer tüm
Balkan milliyetçileri, Boşnakları ve Arnavutları, yani etnik olarak Türk
olmayan ve Türkçe konuşmayan Balkan Müslümanlarını “Türk” olarak
tanımlarlar. Bunun nedeni ise, etnik kökenleri ne olursa olsun,
Balkanlar’daki tüm Müslümanların, aralarında yaşadıkları Hıristiyan
uluslardan ayrı bir “millet” olarak algılanmalarıdır. Bu “millet”in ismi
ise, her ne kadar etnik bir Türklüğü ifade etmese de, “Türk
Milleti”dir. Florida Üniversitesi’nden Balkan tarihçisi Maria Todorova
bu durumu şöyle açıklıyor:
Balkan milliyetçiliği Ortodoks Hıristiyanların
birliğini parçalarken, öte yandan tek vücut ve değişmez bir Müslüman
cemaati imajı üretmiştir ve bunu da “millet” kavramı bazında
görmektedir. Bir başka deyişle, Balkanlar’daki Hıristiyan halklar kendi
aralarında milliyetçilik kıstasına göre ayrımlar geliştirirken, öte
yandan Müslümanlara, sanki bu insanlar tek bir milletmiş gibi
davranmışlar ve bu yönde bir söylem geliştirmişlerdir. Bu Hıristiyan
uygulamasının en açık örneği, Balkanlar’daki tüm Müslümanlara, etnik
kökenlerine göre bir ayrım yapmadan, “Türk” denmesidir. Bu, bölgede hala
çok yaygın olan bir kullanımdır.
Öte yandan, Balkan Müslümanlarının geneli de, milliyetçi söyleme
adapte olmadıkları ve Balkanlar’daki ulus-devlet oluşumları tarafından
dışlandıkları için, kendilerini ayrı bir “millet” sayan bir toplumsal
bilinci bugüne kadar korumuşlardır.
35
|
|
|
|
SOYKIRIM DEVAM EDİYOR…
Osmanlı’nın bölgeden çıkmasıyla birlikte başlayan
çatışmalar, 1990′lı yıllarda Bosnalı Müslümanlara yönelik büyük bir
soykırıma dönüştü. Osmanlı zamanında bir kültür merkezi olan Hersek
yıkık binalarla doldu. (en üst resim)
07.05.2001, Milli Gazete
08.05.2001, Star Gazetesi
Pomak Türkleri yıllardır Müslüman-Türk kimliklerinden
dolayı büyük zulüm görmektedirler. Yıllardır devam eden Bulgar zulmünün
amacı da, bu varolan Türk-İslam kimliğini ortadan kaldırmaktır.
|
|
|
|
|
Todorova’nın da belirttiği gibi, Balkan Müslümanları için dini
kimlikleri her zaman için etnik kimliklerinden çok daha öncelikli
olmuştur. Bosna’daki durum daha da belirgindir; Sırplarla ya da
Hırvatlarla tamamen aynı etnik kökene sahip olan ve aynı dili konuşan
Boşnaklar, bu iki halkla hiçbir zaman bütünleşmemiş, kendilerini hep
Osmanlı ekseninde görmüşlerdir.
Balkan uzmanı Eran Frankel, aynı durumun Makedonya içinde de geçerli
olduğunu vurgular. Frankel’e göre, “Makedonyalı Müslümanlar hiçbir zaman
Makedonyalılık adına İslam’ı geri plana atmış ya da reddetmiş
değildirler. Aksine, çoğu kez kendi Slavlıklarını reddetmişler ve
Slav-olmayan bir İslam kimliğini benimsemişlerdir.”
36 Yine
Frankel’e göre Makedonya’daki Müslüman Arnavutlar ya da Çingeneler,
kendilerine Slav kimliğini benimsemektense, “Türk” olarak tanımlanmayı
tercih ederler.
37
İşte bu nedenle de, Türkiye’nin Balkan yarımadasındaki “uzantısı”
olan halklar, yalnızca birkaç milyonluk Balkan Türk’ü değil, nüfusları
10 milyonu bulan Balkan Müslümanlarıdır. Çoğu etnik olarak Türk olmayan
ve Türkçe konuşmayan bu insanlar, kendilerini aynı dili konuştukları
Sırplardan ya da Bulgarlardan çok, Türklere yakın hissetmektedirler.
Çünkü bu insanlar herşeyden önce “Osmanlı”dırlar ve Türkiye de
Osmanlı’nın yegane mirasçısıdır. Tarihçi Maria Todorova, bu konuda şöyle
söyler:
Türkiye’nin Balkanlar’daki etkisi oldukça
komplekstir. Bu etki, öncelikle Balkanlar’daki Türkçe konuşan nüfusa
yöneliktir. Bu nüfusun büyük bölümü Bulgaristan’da yaşar, kalan kısmı
ise çok daha az sayılarda Yunanistan, Romanya ve eski Yugoslavya’dadır.
Ancak Türkiye’nin etki alanı bununla sınırlı değildir. Aynı zamanda Slav
diliyle konuşan Müslümanlar da Türkiye’nin etki alanı içindedirler.38
Todorova, Türk-olmayan Balkan Müslümanlarının kendilerini Türklükle
özdeşleştirme eğilimlerine gösterge olarak ilginç bir noktanın daha
altını çizer: 20. yüzyıl boyunca Balkanlar’dan Türkiye’ye göç eden Slav
Müslümanlar (Arnavutlar dahil), Türk kimliğini benimseyerek Türk toplumu
içinde asimile olmuşlardır. Bu durum, Todorova’ya göre, “Osmanlı
mirasının Türk etkisine dönüşmesinin açık bir örneğidir.”
39
Dolayısıyla Türkiye’ye düşen, Balkanlar’daki etnik ve dini mozaiği
iyi analiz etmek ve bu mozaik içinde, kendi tarihsel kimliğine uygun bir
strateji belirlemektir. Bunu yaparken etnik, dini ve kültürel
değerlerin dünya siyasetinde her geçen gün daha fazla önem kazandığını,
dünyanın giderek daha artan bir biçimde medeniyetler arasındaki
ilişkilerle tanımlanacağını da hatırlamak gerekmektedir. Dahası,
Balkanlar, etnisite, din ve kültür gibi kavramların en etkili olduğu
bölgelerin başında gelmektedir. Bir başka deyişle, Soğuk Savaş sonrası
dünyada, Türkiye Balkanlar’a bakarken kendi tarihsel ve kültürel
kimliğini ön plana çıkarmalı ve bu kimliğe uygun bir strateji
belirlemelidir.
Görüldüğü gibi tüm Balkanlar’da, aslında etnik olarak “Türk”
olmamalarına karşın, kendilerini “Türk” olarak gören ya da görmeye
eğilimli büyük bir Müslüman nüfus vardır. Bu “fahri soydaşlarımız”ı bize
bu denli bağlayan unsur ise Türk-İslam ahlakı ve Osmanlı mirasıdır.
Nitekim 1997 yılının başlarında Belgrad’da yapılan gösteriler esnasında
protestocuların
“Türk Yönetimine Özlem”, “Neredesin Ey Türk (Osmanlı) Yönetimi Altındaki Günler” şeklinde
pankartlar açmaları Batı basınının da dikkatini çekmiş ve Türkiye’nin
bölgede aktif olması gerektiğinin altını bir kez daha çizmiştir.
40
Üstelik artık Batılı güçler Balkanlar’da kanayan yarayı tedavi etmeye
güçlerinin yetmediğini kendileri de itiraf etmektedirler. Eski
Dışişleri Bakanlarından Hikmet Çetin,
Zaman Gazetesi‘nde yayınlanan bir haberde Batı’nın Balkanlar sorununu çözmekte içine düştüğü aciz durumu şu şekilde ifade etmiştir:
1992 yılında Bosna-Hersek konusunda bir toplantı
yapılıyordu. Türkiye de çağrıldı. Miloseviç, Karadziç hepsi
oturuyorlardı. Benim yanımda Amerika Dışişleri Bakanı vardı.
Yugoslavya’da yedi yıl büyükelçilik yapmış. Bana dönerek ‘Siz bu felaket
yerlerde 500 yıl nasıl kaldınız?’ dedi.”41
Görüldüğü üzere Balkanlar’da kalıcı barışın inşa edilmesinin yolu
Türk-İslam kültürünün devlet anlayışından geçmektedir. Bugün her türlü
teknik, teknolojik ve askeri imkana sahip olan Batı, bölgeye sadece
askeri güç yığınağı yapmakla yetinmekte, ancak bölge halklarının güvende
hissedebileceği asayiş ve düzeni sağlayamamaktadır. Aksine yapılan dış
müdahaleler bölgede yaşananları daha da karmaşık hale getirmekte, zulmün
hızını ve şiddetini artırmaktadır.
İşte bu nedenle Türkiye, Osmanlı kimliğine ve tarihine sahip çıkmakla
yükümlüdür. Üstelik bu durum Türkiye için büyük bir stratejik avantaj
da oluşturmaktadır. “Osmanlı” kavramı Türkiye’nin etkisini sınırlarının
çok ötesine taşıyan büyük bir vizyonun adıdır. Bu Balkanlar’da olduğu
gibi Ortadoğu’da da böyledir.