10 Ağustos 2012 Cuma

Önsöz

Tarih Türklerden çok şey öğrendi. Onların elinden çıkma öyle eserler var ki, medeniyet için birer süs teşkil etmektedir1 (Ünlü Avusturyalı Doğu Bilimci Baron Joseph von Hammer-Purgstall)




Topkapı




Türk Milleti’nin tarih boyunca kurduğu devletlerin sayısının 180′i bulduğu kabul edilir. Hatta pek çok tarihçi, araştırmalar derinleştirildikçe bu sayının daha da artabileceğini belirtmektedir. Bu devletlerden 16 tanesi ise dünya tarihinde etkili rol oynamış, çok güçlü devletlerdir.2 Prof. Dr. Kemal Tahir’in 1966 yılında söylediği gibi:
“Türk Milleti’nin bütün tarih boyunca bayraksız ve devletsiz kalmaması rastgele ve boşuna değildir. Onun çekirdeğindeki dinamizm, ona devlet kurma yatkınlığı getirmiş… Devlet kurmak başka bir şeydir, devleti yönetmek başka bir şeydir. Türk Milleti tarih boyunca devleti hem kurmada, hem yönetmede ustalık göstermiştir.”3
Türk Milleti her biri diğerinden güçlü olan bu 16 devletle ve bu devletlerin yönetiminde gösterdiği üstün kabiliyetle tüm dünya milletlerine tarih boyunca örnek olmuştur. Bunun en önemli nedenlerinden biri ise hakimiyeti altında yaşayan farklı etnik kökene mensup toplulukları, her birinin dil ve din farklılıklarına saygı göstererek, barış, huzur ve güvenlik içerisinde, asırlar boyunca birarada yaşatma becerisini göstermesidir. Aynı topraklar üzerinde hakimiyet kuran farklı devletler ise bu başarıyı sağlayamamış, söz konusu topraklarda bu kadar uzun süreli hakimiyetler yaşanmamıştır.
Selçuklu ve Osmanlı devletleri başta olmak üzere, Türk Milleti’ni bu coğrafyayla bütünleştiren ve güçlü kılan unsurları sadece askeri güçle açıklamak mümkün değildir. Anadolu’yu fetheden, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar dünyanın en karışık ve en hassas bölgesini asırlar boyunca hakimiyeti altında tutan güç, Türk Milleti’nin özünde var olan ve Türklerin İslam’ı kabul etmesiyle birlikte asıl kimliğini bulan ahlak anlayışıdır.
Kuran’da emredilen bu ahlakın başlıca özellikleri, dürüstlük ve mertlik, zulümden ve haksızlıktan uzak durmak, adaleti her zaman ayakta tutmak, hoşgörüden ve uzlaşmadan yana olmaktır. Bu özellikler nedeniyledir ki kendilerine tabi olan halklar da her zaman Müslüman Türklerin yönetiminden razı olmuş, hatta çoğu zaman kendi istekleriyle onların yönetimleri altına girmişlerdir. En kamil anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nda tezahür eden bu adaletli yönetim sayesinde tüm Balkanlar’ı, Kafkasya’yı ve Ortadoğu’yu kapsayan coğrafyada, üç dine ve muhtelif mezheplere mensup, dilleri, kültürleri, ırkları birbirlerinden tamamen farklı milyonlarca insan asırlar boyunca hiçbir zulme maruz kalmadan huzur içinde yaşamışlardır.




Türk Miletleri, harita
TÜRK YURTLARI : 1. Türkiye … 2. KKTC … 3. Azerbeycan … 4. Kazakistan… 5. Özbekistan… 6. Türkmenistan… 7. Kırgızistan… 8. Altay Özerk Cumhuriyeti… 9. Hakas Özerk Cumhuriyeti… 10. Tannu-Tuva Özerk Cumhuriyeti… 11. Tataristan… 12. Başkırdistan… 13. Çuvaşistan… 14. Doğu Türkistan… 15. Dağıstan… 16. Çeçen-‹nguş… 17. Kabardey-Balkar Özerk Cumhuriyeti… 18. Karaçay-Çerkes Özerk Cumhuriyeti… 19. Abhazya Özerk Cumhuriyeti… 20. Acar Türkleri… 21. Ahıska Türkleri… 22. Kırım Türkleri… 23. Kerkük Türkleri… 24. Azeri Türkleri… 25. Horasan Türkleri… 26. Afganistan Türkleri… 27. Tacikistan Özbekleri… 28. Doğu Sibirya Türkleri… 29. Tobol Türkleri… 30. Tatar Türkleri… 31. Başkurd Türkleri… 32. Mişer Türkleri… 33. Nogaylar… 34. Stavropol Türkmenleri… 35. Gagavuz Türk Özerk Cumhuriyeti… 36. Balkan Türkleri…




Ancak günümüzde aynı topraklar üzerinde acı, gözyaşı, zulüm ve savaş bir türlü sona ermemektedir. Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar’dan oluşan ve Türkiye’nin tam merkezinde yer aldığı “Osmanlı Coğrafyası” halen çok hareketli ve karışık bir yapıya sahiptir. Osmanlı Devleti’nin siyasi olarak varlığının ortadan kalkmasının ardından bu bölgede oluşan boşluk henüz doldurulamamış ve gerçek anlamda bir güven ortamı sağlanamamıştır. Bu durum aynı topraklarda asırlar boyunca örnek bir “birlikte yaşama modeli” uygulayan Müslüman Türk Milleti’ne dikkati çekmektedir. Ve bu modelin günümüzde ve gelecekte de sadece Müslüman Türk Milleti tarafından gerçekleştirilebileceği gerçeğini ortaya koymaktadır. Nitekim son yıllarda pek çok devlet adamı ve siyaset bilimci, başta Osmanlı Devleti olmak üzere, Türk devletlerinin başarıyla yürütmüş olduğu adil yönetim sistemini incelemektedir. Bu incelemelerdeki amaç ise, Türklerin gerçekleştirdiği sistemi temel alan, yeni bir yönetim modeli oluşturmaktır.
İşte bu kitaptaki amacımız da, 1900′lü yılların başından bu yana savaşların ve çatışmaların bitmediği Ortadoğu’ya, Balkanlar’a ve Kafkasya’ya kalıcı barışın getirilebilmesinin, ancak bu tarihi mirasın varisi olan Türkiye’nin liderliğinde mümkün olabileceğini göstermektir. Türkiye’nin liderliğinde oluşturulacak bir birlik, hem çatışmaların sonu olup bölgeye kalıcı barışı getirecek, hem de tüm bölge ülkelerinin güçlü bir ekonomik işbirliği içerisine girmeleriyle tüm halkların yaşam kalitesini yükseltecektir.
Bu bölgede yaşayan devletlerin askeri, siyasi ve ekonomik açıdan en güçlü olabilecekleri model, birbirleriyle çatışmak yerine güçlerini birleştirmeleriyle oluşacak bir modeldir. Ortak bir dış politika bu devletleri dünya siyasetinde büyük bir güç haline getirecektir. Dolayısıyla 21. yüzyıla adım attığımız bugünlerde de Türkiye’nin geleceğe dair misyonu, tarihteki Türk devletlerinin büyüklüğüne ve şanına yakışır nitelikte olmalıdır. Üstelik bu misyon tarihte olduğu gibi bugün de Türk Milleti’ni zirveye taşıyacak, hak ettiği lider devletler arasına dahil edebilecek bir misyon olmalıdır. Dünya tarihinin en güçlü devletlerini kurmuş, tüm Akdeniz ve Ortadoğu coğrafyasına nizam vermiş olan Türk Milleti’nin aramış olduğu çözüm ve çıkış yolları, kendi tarihinde mevcuttur.

Dipnotlar

1 Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devlet Tarihi I, Ankara, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Yayın 2068, 1998
2 Prof. Dr. Ramazan Özey, Yiğit Düştüğü Yerden Kalkar, Tarih ve Düşünce, Ağustos 2000, s. 28
3 Hakan Arslan, Yeni Şafak, 15 Mayıs 1999

Bir Cihan İmparatorluğu: Osmanlı

Osmanlı’ya iki kıta üzerinde hükmetmek yetmez. Zira Allah’ın azmi iki kıtaya sığmayacak kadar büyük bir davadır. Selçukluların varisi biz olduğumuz gibi, Roma’nın da varisi biziz.”5 Orhan Gazi’nin oğlu Murad Bey’e nasihati




osmanlı padişahları
Osmanlı padişahlarının, fethettikleri topraklarda sürdürdükleri adaletli ve hoşgörülü yönetim sayesinde, her dilden ve her dinden insan asırlar boyunca barış içinde birarada yaşadı.


 

Orhan Gazi’nin oğlu Murad Bey’e Nasihati





Osman Gazi
Osman Gazi




Selçuklu Devleti’nin otoritesinin dağılmasının ardından ortaya çıkan Anadolu beyliklerinden biri de Osmanlı Beyliği’dir. Osmanlı Beyliği, kısa sürede gelişmiş ve döneminin en önemli devletlerinden biri haline gelmiştir. Türk-İslam bayrağını yüceltme amacı taşıyan bu devlet, oldukça kısa bir süre içinde çeşitli din, dil, ırk ve mezheplere sahip milletleri şemsiyesi altında toplayan dev bir cihan devleti haline gelmiştir. Memalik-i Osmaniye (Osmanlı ülkeleri), üç eski kıtanın birleştiği alanı, diğer bir deyişle Avrupa’nın güneybatısını, Afrika’nın kuzeyini ve Asya’nın güneybatısını kapsamaktadır. Devletin topraklarının, en geniş olduğu dönemde yüzölçümü 24 milyon km2‘yi bulmaktadır.
Güney Amerika kıtasının yüzölçümünün yaklaşık olarak 21 milyon km2 olduğu gözönünde bulundurulursa, Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarının genişliği daha iyi anlaşılmaktadır. Tarih boyunca güçlü ve büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan bu topraklarda kurulan en son ve en uzun ömürlü medeniyet Osmanlı medeniyetidir. 600 yıllık ömründe, 400 yıl boyunca devletin en geniş sınırlarını elinde tutan, gerileme dönemi dediğimiz 200 yıl boyunca bile çok fazla toprak kaybetmeyen, yıkılış dönemi olan 20. yüzyılın başlarına kadar gücünü ve etkisini muhafaza eden Osmanlı, “cihan devleti” ünvanını fazlasıyla hak etmektedir.
Kuşkusuz böylesine büyük bir devletin bu kadar uzun ömürlü olmasını yalnızca askeri güçle açıklamak mümkün değildir.
Osmanlı Devleti’ni cihan devleti ünvanına layık kılan unsurların başında temelini dayandırdığı ve gücünü aldığı manevi değerler gelmektedir.
Herşeyden önce Osmanlı Devleti, devletin kurucusu olan Osman Gazi’ye Şeyh Edebali tarafından verilen şu öğütler üzerine bina edilmiştir:
Ey oğul, artık Bey’sin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik bize, hoşgörmek sana. Anlaşmazlıklar bize, adalet sana. Haksızlık bize, bağışlamak sana…
Dünya senin gözlerinde gördüğün gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş sırlar, bilinmeyenler, görülmeyenler ancak senin fazilet ve erdemlerinle gün ışığına çıkacaktır.6
Türk-İslam ahlakının en güzel yansımalarından biri olan Şeyh Edebali’nin bu öğütlerinde de gördüğümüz üzere, Osmanlı Devleti’nin hareket noktası Kuran’da tüm insanlara emredilen güzel ahlaktır. İşte bu ahlak Osmanlı’yı küçük bir beylikken, 3 kıtaya hükmeden bir devlet haline getirmiştir. Osmanlı’nın adalet anlayışı, hoşgörüsü ve oluşturduğu uzlaşma ortamının temelinde de İslam ahlakı vardır.




Osmanlı Devleti İdaresindeki Toprakların Dünya Geneline Oranı
Osmanlı, yüzölçümü
Ağustos 2000, Tarih ve Düşünce Dergisi




Osmanlı’nın İslam Ahlakı





Yavuz Sultan Selim
Yavuz Sultan Selim: “Allah’a şükür, saltanat bana nasip oldu. Şanımız ve ismimiz aleme duyuldu. Allah şahidimdir ki, gayem Allah’ın kelamını yükseltmektir…”




Osmanlı Devleti için İslam’ın bayraktarlığını yapmaktan, İslam’ın adaletini ve ahlakını dünyaya yaymaktan daha büyük bir hedef yoktu. Bu nedenle de Osmanlı, fethettiği topraklarda yine Kuran’da emredildiği gibi hiçbir zora ve baskıya başvurmadan İslam ahlakını yaşattı ve hakim kıldı. Osmanlı için sadece Müslüman ve Türk halkın rahatı ve mutluluğu değil, kendisine tabi olan her dilden ve her dinden insanın rahatı ve mutluluğu önemliydi. İslam ahlakının bir gereği olarak Osmanlı padişahları, kendilerinden yardım isteyen kişi -inançsız da olsa- ihtiyaç içinde olana yardım etmiş ve bunun Allah’a karşı olan sorumluluklarından biri olduğunu bilmişlerdir. Bu, iman edenlere Kuran’da bildirilen bir emirdir:
Eğer müşriklerden biri senden eman isterse ona eman ver, öyle ki Allah’ın sözünü dinlemiş olsun. Sonra onu güvenlik içinde olacağı yere ulaştır. Bu onların elbette bilmeyen bir topluluk olmaları nedeniyledir. (Tevbe Suresi, 6)
Osmanlı için ele geçirdiği toprakların tümü “vatan toprağı” idi ve Dar’ül İslam (İslam yurdu) olarak kabul edilen bu topraklarda yaşayan insanların hepsi de İslam’ın halifesi olan padişaha emanet idiler. Osmanlı padişahlarının Allah ve peygamber sevgileri giriştikleri her işte itidalli, adaletli, merhametli ve dolayısıyla da başarılı olmalarını sağlamıştır. Osmanlı yöneticileri kendilerini halkın işlerini yapmak için Allah tarafından görevlendirilen kişiler olarak görürlerdi ve halka hizmet götürmeyi ana görevleri sayarlardı. Piri Paşa’nın Yavuz Sultan Selim için sarf ettiği sözler bu gerçeği açıkça gözler önüne sermektedir:
Kendilerini padişah bilmezlerdi. “Hak Teala’nın zavallı ve yoksul kullarının ve yeryüzündeki tüm kullarının güvenliğini korumaya gönderdiği değersiz biriyim” buyururlardı…7
İslam ahlakının yaşandığı ve hakim olduğu Osmanlı toprakları aynı zamanda çok büyük alimlerin de vatanıydı. Osmanlı idarecileri askeri ve mülki erkana olduğu kadar, ilim ehlinin de fikirlerine önem verir, aldıkları kararlarda onlarla istişare ederlerdi. Adaletin sağlanması için çok büyük gayret sarf ederlerdi. Osmanlı padişahları, halka karşı devlet otoritesini kötüye kullanan idarecileri bu tutumlarından meneden pek çok kanunname yayınlamışlar, kendilerinin bizzat şahit olmadıkları ortamlarda bile halkın devletten razı olacağı bir sistem tesis etmişlerdi. Devlet görevlilerinin kanun ve adalete aykırı davranmasını kesinlikle yasaklayan pek çok beyannameden birisi de Semendere kadısına gönderilen beyannamedir. Padişah bu beyannamede halkın kendisine Allah’ın bir emaneti olduğunu belirttikten sonra, kanuna aykırı olarak Sancak beylerinin ve diğer görevlilerin onlardan fazla bir şey almalarını zulüm saymakta ve bunu şiddetle yasaklamaktadır. Bu emri yerine getirmekte ihmali ve kusuru görülenlerin derhal cezalandırılmalarını emretmektedir.8
Türk-İslam ahlakının getirdiği adalet sistemi, Osmanlı Devleti’ni çağdaş devletlerden kat kat üstün kılan temel özelliklerden birisi idi. Osmanlıların yaşamaktan şeref duydukları İslam ahlakı, onlara kendi aleyhlerine olsa bile adaleti emrediyordu. Nisa Suresi’nde bildirilen bu ahlak özelliği, Osmanlı’nın ve tüm Müslümanların üstün adalet anlayışının da temel taşıdır:
Ey iman edenler kendiniz, anne babanız ve yakınlarınız aleyhinde dahi olsa Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva(tutku)larınıza uymayın. (Nisa Suresi, 135)
Türklerin ele geçirdikleri topraklarda, bu düşünce ve inançla, adaletli, şefkatli, merhametli, ırk ve kabile taassubundan uzak bir siyaset izlemeleri, Türk idaresinin pek çok ülke tarafından bir kurtarıcı olarak karşılanmasına sebep oldu.




Haçova Meydan Muharebesi
Eğri Kalesi, minyatür
Osmanlı karşısında ki macar akıncıları temsil eden heykel
Sultan III. Mehmed, Avusturyalıların fethedilmez gözüyle baktıkları Eğri Kalesi’ni 18 günlük bir kuşatmadan sonra aldı. Ama, iki hafta sonra 50 bin düşman askerine karşı gerçekleşen Haçova Meydan Muharebesi III. Mehmed’in asıl büyük  zaferiydi. Bu zafer, Osmanlı’nın Avrupa’da yeniden yükselişini simgeliyordu (1596). Üstte: III. Mehmed Han, Haçova Meydan Muharebesi’nde. Ortada: Eğri Kalesi’nin kuşatılmasından sonraki anı gösteren bir minyatür. Altta: Macar süvarisinin Osmanlı akıncılarıyla giriştiği bir mücadeleyi gösteren kompozisyon.




Din ve vicdan hürriyeti, bütün Türk devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde de titizlikle uygulandı. Osmanlı topraklarında kilise, havra ve camiler yan yanaydı. Bu nedenle başta Katolik Avrupa’nın katı baskılarına maruz kalan Ortodoks Balkan halkları olmak üzere pek çok halk, birçok kez, Hıristiyan yöneticiler yerine Müslüman Türk idarecilerin yönetimi altında yaşamayı tercih ettiler. Sadece Hıristiyanlar değil, XV. yüzyılın sonlarında İspanya’daki Yahudiler de kitleler halinde, adaletinden ve kendilerine sağlayacağı din hürriyetinden emin oldukları Osmanlı yönetimine sığındılar.




kilise, havra, camii
Din ve vicdan hürriyeti, bütün Türk devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde de titizlikle uygulandı. Osmanlı topraklarında kilise, havra ve camiler yan yanaydı. Yeni Darülaceze’ye yaptırılan bu cami, havra ve kilise de bu hoşgörünün günümüze bir yansımasıdır.




Önemli tarihçilerimizden Prof. Dr. İsmet Miroğlu, Tarih ve Medeniyet Dergisi’nde yayınlanan bir makalesinde Osmanlı’daki din ve vicdan hürriyetine detaylı bir şekilde yer vermektedir. Miroğlu’nun belirttiği gibi Rus kilisesinin zulmüne dayanamayan Kazaklar da din hürriyetini Osmanlı idaresinde bulan halklardandır.9




Kanuni, patrik_IIGennadiosSholarios
İstanbul’un fethinden sonra Fatih’in, II. Gennadios Sholarios’a Patriklik beraatını verişini simgeleyen mozaik pano




Prof. Miroğlu söz konusu makalesinde Antalya Patriği Makarios’un, Ortodokslara zulmeden Katolik Polonyalıları Osmanlı idaresiyle kıyaslayan şu sözlerine de değinmektedir:
O imansızlar tarafından öldürülen binlerce insana, kadın, kız ve erkeklere ağladık. Lehliler Ortodoks adını dünyadan kaldırmak istiyorlar. Allah Türklerin devletini ebedi eylesin. Zira Türkler vergi aldıktan sonra Hıristiyan ve Yahudilerin dinlerine dokunmazlar.10
Osmanlı tarihi üzerine uzmanlaşmış olan ünlü tarihçi Arthur Gibbons’un “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu” adlı eserinde Osmanlılar hakkında yer verdiği şu tespitler de Osmanlı hoşgörüsünün ispatı niteliğindedir:
… Şu bir gerçektir ki, Türkler yeni zaman içinde milliyetlerini tesis ederken din hürriyeti fikrini temeltaşı olarak koymuş bir millettir. Sürekli Yahudi ve Hıristiyan tazyiklerine mukabil, Türklerin Balkanlar’a girmesinden sonra yerli gayrimüslimlerle yeni gelen Müslümanlar yüzyıllarca ahenk içinde yaşamışlardır.”11
İşte tarihçilerin ve araştırmacıların da sık sık dile getirdikleri bu adaletli ve hoşgörülü anlayış, Osmanlı yönetiminin Türk-İslam ahlakına has özelliklerinden kaynaklanmaktadır.
Asırlar boyunca şanlı devletler kurmuş, 3 kıtaya hükmetmiş bir milletin torunları ve 21. yüzyılda yeni bir cihan devleti kurmaya aday bir milletin bireyleri olarak bizlere düşen ise, Osmanlı’yı Osmanlı yapan tüm maddi ve manevi değerlerin önemini doğru bir şekilde anlamak ve uygulamaktır.
Osmanlı örneği göstermektedir ki, Türk Milleti çok geniş bir coğrafyayı kolaylıkla yönetebilecek bir birikime, yeteneğe ve güce sahiptir. Önemli olan Osmanlı’nın üzerinde yükselmiş olduğu değerleri iyi anlamak, bunları yeniden ve çağımıza uygun şekilde yorumlamak ve uygulamaktır.

Dipnotlar

5 Ramazan Özey, Yiğit Düştüğü Yerden Kalkar, Tarih ve Düşünce, Ağustos 2000, s.30
6 http://www.tevhidweb.f2s.com/ogut/edabali.htm
7 Cela-zade Mustafa, Selim-name, Ankara Kültür Bakanlığı, 1990
8 Prof. Dr. İsmet Miroğlu, Osmanlı Yönetiminde İnsan ve Hukuka Saygı, Tarih ve Medeniyet, Ocak 1999, s.16
9 Prof. Dr. İsmet Miroğlu, Osmanlı Yönetiminde İnsana ve Hukuka Saygı, Tarih ve Medeniyet, Ocak 1999, s.19
10 Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, İstanbul 1969, s. 193
11 A. Gibbons, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, Çev. Ragıp Hulusi, İst. 1928, s.63

Mirasımıza Sahip Çıkmak

Gönül ister ki Afrika’nın kuzeyinden Endülüs’e çıkayım ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul’a döneyim!”12 ( Yavuz Sultan Selim Mısır’ın fethinden sonra İstanbul’a dönerken)




Ulu Önder Atatürk
Mustafa Kemal Atatürk




Buraya kadar anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi Türk Milleti son derece sağlam ve köklü bir mirasa sahiptir. Bu noktada önemli olan bu mirasın önemini gereği gibi kavrayabilmek ve geçmişimize sahip çıkarak yüzümüzü geleceğe dönebilmektir. Bu yaklaşımın en güzel örneğini Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Önder Atatürk’ün yürüttüğü politikada görürüz.
Atatürk, Milli Mücadeleyi izleyen yıllarda Türk Milleti’nin geleceği için çok önemli bir rota belirlemişti. Hem bir Osmanlı Paşası, hem de genç Cumhuriyetin kurucusu olan Atatürk’ün politikası, “kültür ve medeniyet birikimimize sahip çıkmak, Osmanlı geleneğini modernleştirerek 20. yüzyıla aktarmak” oldu. Atatürk, dönemin şartlarının izin verdiği ölçüde Osmanlı mirasına sahip çıktı. Atatürk’ün kurduğu genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı borçlarını son kuruşuna kadar ödemeyi kabul etmesi ve tüm ekonomik sıkıntılara rağmen bu borçların ödemelerine sadık kalması, Osmanlı mirasına sahip çıkma isteğinin bir göstergesiydi. Atatürk ayrıca Osmanlı geleneğini sürdürerek, Türkiye topraklarına sığınmak isteyen Türk olmayan Müslümanlara (örneğin Arnavutlara, Çerkeslere, Boşnaklara) olumlu yanıt vermiş, bu farklı etnik kökenden gelen Müslümanları tek bir dini kimlik içinde görmüş ve kabullenmişti.
Atatürk, öte yandan, Balkan Antantı ve Sadabad Paktı gibi oluşumlarla, eski Osmanlı coğrafyalarında Türkiye’nin nüfuzunu korumaya çalışmıştı. Balkan Antantı, bazı Balkan ülkelerini, Sadabad Paktı ise bazı Ortadoğu ülkelerini Türkiye’nin liderliği altında stratejik işbirliğine taşıma amacını güdüyordu.
Bu, son derece doğru ve yerinde bir strateji idi. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi “devlet geleneğini” oluşturan en önemli unsurlardan biri toplumların tarihidir. Tarih toplumların hafızasıdır ve her toplum dostlarını, düşmanlarını onların tarihleriyle değerlendirir. Tarih devletlere itibar ve otorite sağladığı gibi, özellikle eski imparatorlukların varisleri olan milletlerin geçmişte kendilerine bağlı olan topraklarda söz sahibi olmalarının da önemli bir aracıdır. Bir zamanlar bir İmparatorluk olan İngiltere, yüzyılın başından bu yana kademeli biçimde azalan siyasi ve ekonomik gücüne rağmen, hala eski kolonileri üzerinde belirli bir nüfuz sahibidir. Benzer bir nüfuz ilişkisi Fransa ile eski sömürgeleri arasında da vardır. Fransa’nın Cezayir’e ya da Suriye ve Lübnan’a olan ilgisinin meşruiyet zemini bu tarihsel bağdır. Kuşkusuz eğer İngiltere kendi tarihine küsseydi ve imparatorluk olduğu zamanları reddetseydi, bu tür bir nüfuz elde edemezdi. Aynı şekilde Fransa da geçmişine yüz çevirseydi, Kuzey Afrika ve Ortadoğu siyasetinde bugün sahip olduğu etkiyi sürdüremezdi.




zencilere yapılan eziyetler
Osmanlı fethettiği yerlerde sadece toprağı değil, gönülleri de fethetmeyi başarırken, Batılı devletler gittikleri her yerde yürürlüğe koydukları ırkçı uygulamalar neticesinde yerli halkın nefretini kazandılar.




İşte tarihin bu denli etkili bir stratejik zemin oluşu, kuşkusuz Türkiye açısından büyük bir avantajdır. Çünkü Türkiye, bugün komşuları olan devletlerin çoğunu ve daha pek çok devleti beş yüzyıl boyunca yönetmiş bir imparatorluğun varisidir.




İsveç Kralı XII. Charles
İsveç Kralı XII. Charles (Demirbaş Şarl)




Bugün büyük devletlerin Osmanlı tarihi konusunda araştırmalar yaptırmaları ve bu konuya özel bütçeler ayırıyor olmaları aslında bizlere çok önemli bir şeyi göstermektedir. Osmanlı Devleti büyük devlet olmanın sırrını bulmuş ve bu sırrı 600 yıllık ömrünün son anına kadar muhafaza etmişti. Batı’nın Osmanlı ile ilgili bir türlü kavrayamadığı gerçek ise bugünün siyasi literatürüyle, Osmanlı İmparatorluğu’nun“moralpolitik” (ahlaki) bir stratejik vizyona sahip olması idi. Sömürgeci güçler ise hep “reelpolitik” (katıgerçekçi) bir vizyonla hareket ettiler. Bu nedenle, eğer kısa vadede kendilerine menfaat sağlıyorsa, bir ülkeyi uzun vadede karmaşa ve istikrarsızlığa sürükleyecek politikalar izlemekten çekinmediler. Osmanlı ise sahip olduğu topraklarda her nedenle olursa olsun karmaşaya ve düzensizliğe asla izin vermedi. Daima Kuran ahlakının emrettiği barış ve huzur ortamını, adaleti ve hoşgörüyü yaşatmaya çalıştı.
Örneğin İngiliz ve Fransız sömürgeciliği sahip olduğu bu reelpolitik mantık neticesinde ele geçirdiği topraklarda çok kısa süreli hakimiyetler kurabildi. Osmanlı fethettiği yerlerde sadece toprağı değil, gönülleri de fethetmeyi başarırken, bu güçler gittikleri her yerde yaptıkları uygulamalar neticesinde yerli halkın nefretini kazandılar. Aynı şekilde üzerinde etkinliği olduğu topraklarda “nizam” sağlamak gibi bir gayesi olmayan diğer güçler de, gittikleri her yere barış ve huzur yerine karmaşa ve anarşi getirdiler. Bugün de uygulanan benzer stratejiler eski Osmanlı coğrafyasına istikrar ve huzur getirecek nitelikte değildir.
Ayrıca Osmanlılar diğer milletler gibi sömürgecilik zihniyetiyle bu toprakları işgal etmemiş, hiçbir zorlama ve baskıya başvurmadan dinlerini yaymayı ve Müslüman dünyasını güçlendirmeyi amaçlamışlardır. Avrupalı güçler ele geçirdikleri topraklarda yaşayan halkları kendilerinden aşağı, bir nevi ikinci sınıf insanlar olarak değerlendirip gaddar ve zalim bir politika izlerken, Osmanlılar sahip oldukları Kuran ahlakı nedeniyle her milletten insana karşı adaletli, hoşgörülü ve merhametli bir tutum sergilemişlerdir.
Avrupalı devletler bu ülkelerin tüm yeraltı zenginliklerini ele geçirip, halklarını fakirleştirirlerken, Osmanlı’yı veya Selçuklu’yu yöneten Türkler gittikleri ülkelere zenginlik, refah ve medeniyet götürmüşlerdir. Fethedilen ülkelere camiler, medreseler, kervansaraylar, köprüler, çeşmeler yaptırılmış, yıkmayı ve yok etmeyi değil, yeniden inşa etmeyi hedeşemişlerdir. M. Baudier’nin Historie de la Religion des Turcs (Türklerin Din Tarihi) adlı eserinde “Türkler merhamet, şefkat ve insanlara yardımda bütün milletlere ve hatta Hıristiyanlara da üstündürler”13 sözleriyle de belirttiği gibi, Türk Milleti fethettiği topraklarda yaşayan insanlara güzel ahlakıyla da örnek olmuştur.




Gazi Kasım Paşa Camii Mostar Köprüsü
(Sol resim) Gazi Kasım Paşa Camii, Macaristan , (Sağ resim) Mostar Köprüsü, Bosna




Müslüman Türkler başta da belirttiğimiz gibi, fethettikleri ülkelerin halklarına, yaşam biçimlerine, inançlarına ve dünya görüşlerine de saygı gösterdiler. Fethettikleri yerlerde yaşayan insanların kendilerine Allah’ın bir emaneti olduğunu düşünen, esir aldıkları kişilere karşı bile insaniyetle yaklaşan Türk Sultanları’nın görevleri arasında bu halkları himaye etmek, kimsenin onlara zulüm yapmamasını sağlamak da vardı. Allah, İnsan Suresi 8. ayetinde müminlerin kendileri ihtiyaç içindeyken dahi yemeği önce esirlere yedirdiklerini bildirmektedir. Bu, İslam ahlakını yaşayan Müslüman yöneticilerin fethedilen topraklarda yaşayanlara karşı tüm uygulamalarını şekillendiren çok önemli bir ahlak özelliği olmuştur. Nitekim düşmanlarından kaçarak Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan İsveç Kralı XII. Charles (Demirbaş Şarl)’ın bir yakınına yazdığı mektuptaki sözleri de, Müslüman Türk Milleti’nin insani ve güzel ahlaklı tutumunun dile getirilişidir:
Şefkatin, cömertliğin, asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler beni işte bu elmas bağa sardılar. Bu kadar şefkatli, bu kadar nazik bir milletin arasında hür bir esir olarak yaşamak bilsen ne kadar tatlı…14




Koca Mustafa Paşa Camii Halveti tekkesi camii
Koca Mustafa Paşa Camii (Üsküp), Halveti Tekkesinin Çeşmesi (Kosova)
Taş Köprü, ÜsküpFethiye Camii, Atina
Taş Köprü (Fatih Köprüsü, Üsküp), Fethiye Camii (Atina)




Girdikleri her yere mutlak bir huzur ve asayiş götüren Müslüman Türkler, çoğunlukla kendilerinden önceki Hıristiyan yönetimlerin baskıcı ve zulmedici uygulamalarından sıkıntı duyan halk tarafından coşkun bir sevgi ve saygıyla karşılanmışlardır. Osmanlı Devleti kuruluş döneminden itibaren fethettiği topraklardaki Hıristiyan teba ile her zaman iyi ilişkiler kurmuş, onların sempatisini kazanmıştır. Örneğin Bursa’nın fethinden sonra şehri niye teslim ettiklerini soran Orhan Gazi’nin Rumlardan aldığı cevap oldukça çarpıcıdır:
Sizin devletinizin günden güne yükseldiğini ve bizim devletimizi geçtiğini anladık. Babanızın idaresine geçen köylülerin memnun kalıp bir daha bizi aramadıklarını gördük ve biz de bu rahatlığa heves ettik.15
Osmanlıların Anadolu’da olduğu gibi Rumeli’de ve diğer fethettikleri topraklarda da Hıristiyan halkın varlıklarına ve idare tarzlarına karışmamaları, ağır vergiler altında ezilmiş olan halkın yükünü hafişetmeleri, mevcut kanunlar kapsamında hiçbir yerel yöneticinin keyfi uygulamalar yapmasına müsaade etmemeleri yerli halkın kendilerinden razı olmalarını sağladı. Osmanlı Devleti kendi himayesine girmiş olan herkesin hak ve hukukunu garanti altına alıyordu.




Suryani cemaatinin Osmanlı ordusu için dua telgrafı
Solda, Süryani cemaatinin Osmanlı ordularının başarısı için duacı olduklarını ifade eden telgraf. Sağda, mezhepleri için tanınmış olan imtiyazlardan dolayı Sayda Eyaleti’nde oturmakta olan Marunilerin patrikleri tarafından Padişah’a arz edilen mazhar.




Nitekim Batılı tarihçi ve siyaset adamlarının kaleme aldığı eserlerde de Türk-İslam ahlakının getirdiği adalet ve hukuk anlayışı övülmüş, diğer çağdaş sistemlerle mukayese edilerek Türk-İslam ahlakının üstünlüğü dile getirilmiştir. Bunlardan İngiliz tarihçisi F. Downey “The Grand Turc, Suleyman the Magnificent” (Büyük Türk, Muhteşem Süleyman) adlı eserinde Türklerin adaletine ve merhametine sığınan insanlardan şu şekilde bahseder:
Birçok Hıristiyan, adaleti ağır ve kararsız olan Hıristiyan ülkelerindeki yurtlarını bırakarak Osmanlı ülkesine gelip sığınıyorlardı.16
Fransız tarihçi Fernard Grenart ise Türk devlet anlayışına duyduğu hayranlığı şu sözleri ile dile getiriyordu:
Osmanlı idaresinin, fethedilen memleketler için, son derece liberal olduğunu kaydetmeden geçmemelidir. Bu memleketler ahalisini Türkler, dillerinde, dinlerinde hatta bazen iç düzenlerinin büyük bir kısmında tamamen serbest bırakıyorlardı.17
Ünlü tarihçi Oskar Kolling ise I. Dünya Savaşı sonrasında Balkan halklarının karşı karşıya kaldığı durum karşısında Osmanlı idaresindeki üstün adalet ve hukuk anlayışını şu şekilde tarif eder:
Bu eski hakikati -Osmanlı-Türk adalet sistemini- Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöktüğü 1918 yılında komşu milletler bize yeniden hatırlattılar. 16. asırdan 340 sene sonra hümanizm devrinde Macar hududunda aynı hadise tekerrür etti. Fakat böyle bir mukayese yapıldığı zaman 16. asır Türk idarecilerinin, zavallı halkın hukukunu korumak hususundaki gayretleri önünde eğilmek arzusunu duyarız.18 




Fatih Sultan Mehmet, Ayasofyayildirimbeyazit_minyatur
(Sol resim) Resimde Fatih Sultan Mehmet Ayasofya’ya girerken görülüyor. (Sağ resim) Kosova Savaşı’ndan sonra Yıldırım Beyazıt’ın tahta geçişini temsil eden bir minyatür.




Kolling bu satırların devamında dönemin Avrupa devletleri ile Türk Devleti arasındaki anlayış farkını da şu şekilde dile getirmekteydi:
… Avrupa’da sulh zamanında bile engizisyon mahkelemeleri ve idam sehpaları faaliyette bulunuyordu. Bilhassa ücretli askerlerden teşekkül eden ordu toplanınca halk bütün malı ile beraber zulüm aleti haline geldi. Bunlar hiçbir vicdan azabına düşmeksizin ırkdaşlarını soyar, ezer, öldürürlerdi. Oysa Türk hükümdarları gerçekten halkın hayatı ile ilgilenmişlerdir. Naklettiğimiz vesika suretleri de şüpheye yer bırakmayacak şekilde bunu göstermektedir.19




osmanlı döneminde yaşayan azınlık halk
Osmanlı Devleti gayrimüslimlere, dindaşlarının ülkelerinde dahi göremeyecekleri bir hürriyet sağlamıştı. Yahudiler, Ermeniler, Rumlar Osmanlı topraklarında barış ve güven içinde hayatlarını sürdürüyorlardı.




Şüphesiz Osmanlı’nın asırlar boyunca adalet anlayışında hiçbir sapma olmamasının en önemli nedeni bu adalet anlayışını Kuran ahlakından öğrenmiş olması ve Kuran’a olan bağlılığıdır. Kuran’da tarif edilen adalet anlayışı Müslümanları, karşı tarafa öfkeli olsalar bile, öfkelerine kapılmalarını engelleyip adil kılan bir anlayıştır. Ayette şöyle buyrulmaktadır:
Ey iman edenler adil şahitler olarak Allah için adaleti ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup sakının. Şüphesiz Allah yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)
Bu nedenle bugün söz konusu coğrafyada yaşayan milletlerin hepsi Türklerin adaletine, hoşgörüsüne ve kendilerine sağladıkları barış ortamına şahitlik etmişlerdir. Bu durum her dinden ve her ırktan insanın Türklerin yönetiminden razı olmalarıyla neticelenmiştir. Günümüzde ise, yıllardır bu topraklarda süregelen savaş, karmaşa ve düzensizlik yüzünden huzura, güvenliğe ve barışa hasret kalmış olan kadınlar, çocuklar, yaşlılar, yeni bir “Osmanlı”nın özlemi içindedirler.




YABANCI GÖZÜYLE
TÜRKLER VE OSMANLI
Türkler bir ırk ve millet olmak haysiyetiyle yeryüzünün en şereşi insanlarıdır. Karakterleri pek asil ve yücedir… Asaletleri alınlarında ve amellerinde yazılıdır… Onların yurdu efendiler diyarıdır, kahramanlar, şehitler ülkesidir.Bence insaniyete şeref veren böyle bir milletin düşmanı olmak insanlığın düşmanı olmaktan farksızdır. Böyle bir lekeden Allah beni korusun.20
Fransız şair Lamartine
Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız. Asla Rus’a yanaşmayın, haindir sizi yok eder. Fakat kendinizi Osmanlılara emanet edin, adil ve merhametlidirler.21 Boğdan Beyi Büyük Stefan’ın oğullarına vasiyeti Yirmi yedi yıl kadar önce bazı Protestan Fransızlar padişahın ülkelerinden birine sığınmayı tasarladılar. Bu kararlarının birinci sebebi katolik Fransa’nın Protestan Fransızlara karşı devamlı zulmü, ikinci sebebi ise Türklerin bütün dinlere karşı cihanşümul ve değişmez müsamahası
idi.22
Cenevizli Chenier
Sizin gibi gözü doymaz prenslerin, toprak ağalarının ve burjuvaların idaresi altında yaşamaktansa, Osmanlıların idaresi fakirlere daha hayırlıdır.23 Protestan mezhebinin Kurucusu Martin Luther 1526′da (Mohaç’a giden) 200.000 kişi, ekilmiş tarlalara ayak basmadan ve tek bir ot koparmadan imparatorluğun Rumeli yakasını bir baştan bir başa geçmiştir.24
Fransız Yazar J. Michelet
Türk hakimiyetinden yerli Hıristiyanlar bu bakımdan da memnundular ki Türkler gelmeden önce ülkeleri devamlı asayişsizlik ve tahribat içindeydi. fiimdi ise sükun hüküm sürüyordu… Viyana bozgunundan sonra Venedikliler geçici olarak Sakız ve Mora’yı işgal ettiler. O kadar zulüm yaptılar ki, Sakız ve sonra Mora’ya Türkler dönünce yerli Rumlar onları büyük sevinçle karşıladılar.25
Fransız Tarihçi Fernard Grenard
Padişahın imparatorluğunda herkes kendi halinde bahtiyar olabilirdi. Mutlak bir dini hürriyet hüküm sürerdi ve kimse şu veya bu inanca sahip olduğundan dolayı birzorlukla karşılaşmazdı.26
Ünlü Türkolog Franz Babinger









TÜRK DEVLETLERİNİ BAŞARILI KILAN İSLAM AHLAKININ TEMELLERİ
Onlar ki yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, marufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a aittir. (Hac Suresi, 41)
Şüphesiz Allah size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah size ne güzel öğüt veriyor… Doğrusu Allah işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)
Allah sizinle din konsunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah adalet yapanı sever. (Mümtehine Suresi, 8)
Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir. (Nahl Suresi, 125)
Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (‹slam’a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüzçevir. (Araf Suresi, 199)
Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz güzel bir ağaç gibidir ki onun kökü sabit dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir, umulur ki onlar öğüt alıp düşünürler. (İbrahim Suresi, 24-25)
Onlar bollukta da darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz)geçenlerdir. Allah iyilik yapanları sever. (Al-i İmran Suresi, 134)
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır, o zaman (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. (Fussilet Suresi, 34)





Mirasımızın Bize Yüklediği Tarihi Sorumluluk

Buraya kadar ele aldığımız gerçeklerin bize gösterdiği gibi, Türkiye hem coğrafi ve stratejik konumu, hem de devralmış olduğu tarihi mirası itibariyle Balkanlar’ın, Kafkaslar’ın, Ortadoğu ve Orta Asya’nın geleceğinde liderliği üstlenebilecek bir ülkedir. Milyonlarca insanın özlemini duyduğu  barış ve huzur ortamını sağlayabilecek zengin bir tarihsel deneyime sahiptir. Coğrafi konumu itibariyle hem Asyalı, hem Avrupalı, hem Ortadoğulu’dur. Devraldığı tarihi miras itibariyle de tüm bu alanlarda tahminlerin ötesinde bir etkinliğe ve güce sahiptir. Yüzlerce farklı kültürün ve etnik grubun barındığı bu topraklarda, sahip olduğu Osmanlı mirası gereği söz sahibidir. Nitekim Soğuk Savaş’ın ardından tesis edilen yeni dünya sisteminde, başta Amerika olmak üzere, pek çok ülkenin de talebiyle Türkiye söz konusu topraklarda aktif rol almak durumunda kalmıştır.
Türkiye’nin sahip olduğu tarihi miras -ve siyasi, askeri, ekonomik potansiyel- nedeniyle, pek çok Batı ülkesi  bu bölge üzerinde geliştirdikleri stratejilerin Türkiye eksenli ve hatta Türkiye merkezli olması gereğinin farkındadır. Nitekim ABD eski Başkanı Bill Clinton’ın 1999 yılının son aylarında Georgetown Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşma da bu görüşü destekler niteliktedir. Bir anda tüm dünya ülkelerinin dikkatini tekrar Türkiye üzerine çevirmelerine neden olan bu ünlü konuşmada Clinton’ın özellikle, “20. yüzyılı nasıl Osmanlı’nın yıkılışı belirlediyse, 21. yüzyılda da Türkiye’nin etkin rol oynayacağı”anlamına gelen sözleri son derece önemli bir tespiti içermektedir. Clinton’ın bu sözlerini “Türkiye, Avrupa, Asya ve Afrika’yı içine alan milyonlarca km2‘lik bir alanda, dünya siyasetinin merkezi olan bir bölgede söz sahibi bir ülke olduğu için 21. yüzyılın şekillenmesinde kilit rol oynayacaktır” şeklinde açabiliriz. (Bill Clinton benzeri mesajları Kasım 1999 tarihinde Türkiye gezisi esnasında TBMM’de yaptığı konuşmasında da vermiştir). ABD gibi süper bir gücün liderinin, Türkiye için  21. yüzyılda böyle bir teşhiste bulunması kuşkusuz çok dikkat çekicidir.
Bugün söz konusu bölgelere huzurun ve sükunetin yerleşebilmesinin tek yolu, Türkiye’nin varisi olduğu Türk-İslam ahlakı ile yoğrulmuş olan “Osmanlı Millet Sistemi”nin hakim olduğu bir anlayışın oluşturulabilmesidir. Önceki bölümlerde de detaylı olarak anlattığımız gibi, Osmanlı Millet Sistemi’nde, devletin koruyucu şemsiyesi altına giren her millet ya da topluluğa, kendi inanç ve örfüne göre yaşama hakkı tanınır ve temel hakları koruma altına alınırdı. Türkler ister Balkanlar’da, ister Kafkaslar’da, ister Ortadoğu’da olsun gittikleri hiçbir ülkede kimseyi dinini ve töresini değiştirmeye zorlamamışlar ve hiç kimseye dininden dolayı zulmetmemiş, kimseyi hor görmemişlerdir. Her dinden, her mezhepten vatandaş ibadetini dilediği gibi yerine getirmiş, kendi örf ve adetlerini uygulamalarında kimse bir diğerine karışmamıştır. Bunun karşılığında dış güçler tarafından herhangi bir saldırı söz konusu olduğunda ise bu topraklarda yaşayanlar da  severek ve isteyerek yönetiminden memnun kaldıkları Osmanlı Devleti’nin yanında yer almışlardır. Böylece dış güvenlik ve ekonomi başta olmak üzere pek çok alanda doğal bir ittifak oluşmuş, hem Osmanlı Devleti’nin hem de tebası altında yaşayanların fayda sağladığı sağlam bir yapı oluşturulmuştur.
Avusturyalı Türkolog Anton Cornelers Schaendinger de Türklerin devlet anlayışını ve bu anlayışın dünyanın pek çok yöresine getirdiği refah ve huzurun, başka hiçbir hükümdarlık döneminde sağlanamadığını şöyle dile getirmiştir:




osmanli, arma
Osmanlı arması




İskender Doğu’ya ve Hint’e kadar yayıldı. Daraz Doğu’dan Batı’ya uzandı. Cengiz Han Avrupa ortalarına kadar at koşturdu. Lakin hiçbirisi Osmanlı Türkleri gibi diğer insanların kültür ve din hürriyetine saygı göstermediler. Osmanlılar harikulade bir nizam ve düzende asırlarca kendilerinden olmayan insanlarla barış içerisinde yaşadılar. Onun içindir ki, Avrupa’da dört asır boyunca kalabildiler.27
Anton Schaendinger gibi Türklere hayran kalan bir başka tarihçi Yunanlı Michel de Greece’in sözleri ise çok dikkat çekicidir. Osmanlı’nın Balkan topraklarından çekilmesiyle başlayan zor ve sıkıntılı günlere, belki de atalarının bizzat şahit olduğu Greece, bu topraklarda tek çözümün Osmanlı benzeri bir idari sistem olduğunu, bugün yaşanan karmaşaları da örnek vererek anlatmaktadır:
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından çok üzüntü duyuyorum. Çünkü Osmanlı Devleti dünya dengesini ayakta tutan bir güç olmuştu ve sevilsin ya da sevilmesin, Osmanlı’nın çöküşünden itibaren Balkanlar ve Ortadoğu’daki çalkantılar durmak bilmedi.28
Balkanlar’da yaşayan, bu toprakların doğasını ve geçmişini iyi bilen bir tarihçinin böyle bir teşhiste bulunması son derece önemlidir.
Türkiye tıpkı Osmanlı’nın yaptığı gibi Balkanlar ve Ortadoğu’daki farklı etnik kimlik ve dinleri kucaklayan bir strateji geliştirmelidir. Geliştirilecek bu stratejinin dayanak noktası ise Türk-İslam kültürünün ve köklü medeniyetimizin yeniden keşfedilmesi olmalıdır. Nitekim bu topraklarda siyaseten olmasa bile, kültür olarak Türk hakimiyeti halen devam etmekte, özellikle Balkanlar’da ve Kafkasya’da farklı ırklardan olmalarına rağmen pek çok Müslüman kendini Türk ve Osmanlı addetmektedir.
Pek çok tarih bilimci ve siyasetçi de bu gerçeği kabul etmekte ve yazdıkları makalelerde bu noktaya dikkat çekmektedirler. Bu kişilerden birisi de dünyaca ünlü Ortadoğu uzmanı Prof. Dr. Edward Said’dir. Kendisi de Kudüslü Hıristiyan bir aileye mensup olan Edward Said, İsrail’de çıkan Ha’aretz Gazetesi‘nde yayınlanan röportajında Ortadoğu’da kalıcı bir barışın inşa edilebilmesi için “Osmanlı Millet Sistemi”ni önermiştir.29 Ari Shavit’in gerçekleştirdiği bu röportajda Osmanlı Millet Sistemi’ni bir nevi zorunluluk olarak gören Edward Said, bu konuda son derece haklıdır. Çünkü bütün bir tarih boyunca Ortadoğu ve Balkanlar’da en uzun ömürlü yönetimler Osmanlılar döneminde kurulmuş, Romalıların bile sağlayamadığı süreklilik ve bütünlük Müslüman Türkler tarafından yüzyıllarca korunmuştur.
Prof. Dr. Edward Said’in Ortadoğu barışı için dile getirdiği önerinin bir benzerini ünlü tarihçi Jason Goodwin de New York Times‘daki “Osmanlı’dan Öğreneceklerimiz” başlıklı yazısında Balkanlar için önermektedir. Osmanlı’nın Balkanlar’da, din, dil ve etnik farklılıkların çok fazla olmasına rağmen, hüküm sürdüğü 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar hiçbir zaman kısıtlama yapmadığını ve bu şekilde istikrarı ve düzeni sağladığını söyleyen Goodwin, bugün huzuru sağlamayı bölgeye askeri güç yığmaktan ibaret gören Batılı güçlerin Osmanlı’dan öğrenecekleri çok fazla şey olduğunu dile getirmektedir.30
Bilindiği üzere yaklaşık son 50 yıldır dünyanın kalbi “Osmanlı hinterlandı” olarak da adlandırılan Ortadoğu’da atmaktadır. Eğer bu bölgede yer alan ülkeler, bugün dünyanın geleceğinde bu kadar hayati bir öneme sahiplerse, bu durumda Osmanlı’nın varisi olan Türkiye Cumhuriyeti’nin de bu süreçte kilit rol oynaması kaçınılmazdır.
Şunu da belirtmeliyiz ki, elbette bu kitapta anlatılan strateji, Osmanlı Devleti’nin yeniden kurulması değildir. Önemli olan Osmanlı millet ve devlet anlayışının hakim olduğu, insanların dost ve kardeşçe yaşayabildiği, barış ve güven dolu bir ortamın yeniden oluşturulabilmesi, güçlü bir ekonomik ve siyasi birliğin tesis edilmesidir. Çünkü Osmanlı yönetimi ve tecrübesi, istenildiğinde çatışmaların merkezi haline gelmiş olan bu bölgeye huzurun ve barışın getirilmesinin mümkün olduğunu bizlere göstermiştir. Bugün bir birlik oluşturma yönünde atılacak somut adımlar, bölge devletleri tarafından da kabul görecektir. Üstelik bu birlik dünyanın en gelişmiş medeniyetini, en zengin topraklarını ve üstün kültürünü de içinde barındıran, 21. yüzyıla damgasını vuracak bir birlik olacaktır. Bu birliğin öncülüğünü yapabilecek tek millet ise hiç şüphesiz Osmanlı’nın mirasçısı olan Türk Milleti’dir.

Dipnotlar

12 Prof. Dr. Ramazan Özey, Yiğit Düştüğü Yerden Kalkar, Tarih ve Düşünce, Ağustos 2000, s 30
13 Osman Turan, Türk Dünya Nizamının Milli, İslami ve İnsani Esasları, Turan Neşriyat ve Matbaacılık, İstanbul 1969, cilt 2, s. 122
14 Derleyen Mutlu Altay, Türkler İçin Ne Diyorlar?, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Diyanet Vakfı, İstanbul Araştırma Merkezi Kütüphanesi, s.11
15 Aşıkpaşazade, Teravih-i Al-i Osman, İstanbul 1332, s.30
16 The Grand Turk, Suleyman the Magnificent, Sultan of Ottomans, New York, 1929, Fransızca trc. Soliman le Magnefique, Paris 1930, s. 84
17 Granduir et Decadance de l’Asie, Paris 1939, s. 126-128, (Tarih ve Medeniyet Dergisi, Ocak 1999, s.16)
18 Macar Serhadlerinde XVI: asır Türk Devri, Türk trc., Ülkü, nr.82, s.309
19 İbid, nr.XVI 91, s.50
20 Derleyen Mutlu Altay, Türkler İçin Ne Diyorlar, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Diyanet Vakfı İstanbul Araştırma Merkezi Kütüphanesi, s. 18-19
21 E. Esenkova, Türk Düşüncesi, 1955 Şubat, s. 196
22 Joseph Hammer-Purgstall, Histoire de l’Empire Ottoman, Depuis son Origine jusqu’à nos jours, Paris 1839, XV. 350
23 Mehmed Niyazi, Medeniyet Ülkesini Arıyor, İst. 1991, s. 51, Tuğra Neşriyat
24 Ali Ünal, Müslüman Türk’ün Dünyası ve Sürülmeye Çalışılan Lekeler, 23 Ocak 1997, Zaman Gazetesi
25 Nicolae  Iorga, Histoire des Etats Balcaniques, Paris 1925, s.4
26 Mahomet II, Le Conquerant et Son Temps 1432-1481, Paris 1954, s. 502
27 Süleyman Kocabaş, Tarihte Adil Türk İdaresi, Vatan Yay., İst. 1994, s. 86
28 Tarih ve Medeniyet Dergisi, Şubat 1995 sayısı, s.27
29 Ha’aretz Gazetesi, 18.8.2000
30 Jason Goodwin, “Learning From the Ottomans”, 16.8.1999, New York Times

Türk Dünyasında Mevcut Durum

Türk Dünyası denildiği zaman sadece Orta Asya’da SSCB’nin dağılmasının ardından kurulan Türki devletleri düşünmek yanlış olur. Zira Türk Dünyası “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” kavramıyla tasvir edilen çok daha geniş bir alanı kapsamaktadır. Bu geniş coğrafyada yaşayan farklı etnik kökenlere sahip olan topluluklar tarih boyunca hep Türk-İslam ahlakının şemsiyesi altında toplanmıştır. Özbekiyle, Kazakıyla, Uyguruyla, Tatarıyla, Çerkeziyle, Abhazıyla, Boşnağıyla, Çeçeniyle tüm toplulukları tek bir ideal, tek bir ülküde toplayan, söz konusu topraklarda hala varlığını devam ettiren Türk-İslam medeniyetinin mirasıdır.




harita_osmanli



Osmanlı Devleti’nin ulaşmış olduğu siyasi sınırlar içerisinde bugün onlarca bağımsız devlet bulunmaktadır ve bunların her birinde Osmanlı medeniyetinin izlerini taşıyan yüzlerce eser ve güçlü bir kültür mirası vardır. Üç kıtaya yayılan Osmanlı nizamı, 20. yüzyılda birtakım dış müdahalelerle siyasi varlık olarak ortadan kaldırılmıştır. Ancak ne var ki Osmanlı’nın tarihten silinmesiyle oluşan boşluğu, üzerinden geçen bir asırlık zamana rağmen, henüz herhangi bir güç doldurabilmiş değildir.




osmanli topraklar
doğu Mostar




Bugüne kadar Fransa, İngiltere, Amerika, Rusya gibi bölge dışından güçler tarafından Osmanlı hinterlandına türlü müdahaleler yapılmıştır. Bu ülkeler Osmanlı’nın izini silmek ve bu bölgede hakimiyet sağlamak için yıllar boyunca çok çetin mücadeleler vermişlerdir. Ne var  ki bu bölgelere yabancı olan dış güçlerin, eski Osmanlı topraklarında huzuru ve barışı sağlamaları, güçlü bir devlet oluşturmaları hiçbir dönem mümkün olmamıştır. Kukla yönetimler, masabaşında çizilen haritalar, suni çatışmalar, ambargolar, hiçbir dönemde başarılı olamamış, bu ülkeler adeta vücuda yabancı bir madde gibi her zaman dışarı atılmışlar ve hiçbir dönemde arkalarında bölge halklarının desteğini bulamamışlardır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun siyaset sahnesinden silinmesiyle birlikte başlayan karmaşa ve kaos, yaklaşık bir asırdan bu yana devam etmektedir. Bölge halkları uzun yıllardır savaşların ve çatışmaların altında ezilmektedir. İki Dünya Savaşı gören ve bu savaşlarla birlikte açlık, göç ve salgın hastalıklarla karşı karşıya kalan halkların büyük çoğunluğu da savaşların ardından komünist yönetimlerin baskıcı ve şiddet içeren idareleri altında ezilmişlerdir. Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle birlikte başlayan etnik çatışmalar neticesinde ise çok daha derin ve şiddetli acılarla karşı karşıya kalmışlardır. 1990′ların başından itibaren Balkanlar ve Kafkasya’da başta kadınlar, çocuklar ve yaşlılar olmak üzere masum halk savaşların ve sıcak çatışmaların baskısı altında ezilmektedir. Ortadoğu’da ise işgalci İsrail güçlerinin başlattığı işgal ve zulüm 50 yıldan fazla bir zamandır, hiç kesintiye uğramadan hüküm sürmektedir.
İşte bu sorunların bir an önce çözülmesinin sağlanması ve Osmanlı coğrafyasında yeniden istikrarın sağlanmasının ilk adımı bölgedeki mevcut durumun çok iyi kavranması olmalıdır. Çünkü gerek Ortadoğu, gerekse Kafkasya ve Balkanlar sahip oldukları coğrafi ve stratejik önem nedeniyle pek çok ülkenin ilgi alanı içine girmektedir. Bu açıdan siyasi ve ekonomik çıkarların çok iyi değerlendirilmesi, çözüm yollarının tespit edilmesi ve çok yönlü bir stratejinin belirlenmesi son derece önemlidir. Sorunların doğru bir şekilde tespit edilmesi çözüme ulaşmadaki en önemli aşama olacaktır. Bu nedenle de söz konusu bölgelerde son durumun genel bir tahlilini yapmak çok önemlidir.

Balkanları Anlamak

Yiğitlerim, bugün sizin sevginizle titreyen şu Kosova meydanı, Allah’ın izni ile muzaffer bir şekilde dalgalanacak olan şanlı sancağımızın Macaristan içlerine doğru gitmesini, bundan sonra hiçbir düşman hamlesi durduramayacaktır.”31 
Murad Hüdavendigar’ın Kosava Meydan Savaşı’nda askerlerine yaptığı konuşmadan 




Kanuni, Belgrad




Balkanlar’da bugüne kadar olup bitenler ve gelecekte olması muhtemel gelişmeler hakkında doğru fikir edinebilmenin ve olayları doğru açıdan değerlendirebilmenin yolu Türkiye’nin bölge ile tarihi bağlarını doğru tespit etmekten geçer. Bu nedenle Türklerin Balkanlar’a gelişi kadar, bu topraklardan ne şekilde ve hangi amaçla çıkarılmaya çalışıldıklarını da iyi kavramak gerekir.
Türkler Balkanlar’a ilk adımı Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun 1353′de Çanakkale Boğazı’nı geçip Rumeli topraklarını fethi ile attı. 1389 Kosova Savaşı ise bir yandan Sırpları tarihi bir hezimete mahkum ederken, öte yandan Balkanlar’da Osmanlı’nın yenilmez bir güç olduğu gerçeğini ortaya koydu. 1521′de Kanuni’nin Belgrad’ı almasıyla hemen hemen tüm Balkanlar Türklerin hakimiyetine geçmiş oldu. Ancak bu, Türklerin Balkanlar’daki ilk hakimiyeti değildi.
Aslında bölgeye ilk gelen Türk kavmi, Hunlar’dı. Ancak Balkanlar’a Bizans’ı yenerek Batı Roma üzerinden gelen Hunlar, bu bölgede uzun süreli bir hakimiyet kuramadılar. Hunların ardından gelen Avar Türkleri ise Balkanlar’da geniş topraklar fethederek, yaklaşık 250 yıl süren bir hükümranlık dönemi yaşadılar. Ancak Avarlar 8. yüzyılın sonunda Hıristiyanlığı kabul ederek Slavlaştılar ve tarihten silindiler. Avarlardan sonra da göçebe Türk boylarının Balkanlar’a akınları devam etti. Ancak zaman içinde Slav halkı arasında asimile olup yok oldular.32
Osmanlılar ise hiçbir zaman asimile olmadılar. Aksine, fethettikleri her coğrafyaya kendi kimliklerini taşıdılar. Bunun en büyük nedeni İslam dinidir. İslam öncesi Türkler, güçlü bir kültüre sahip olmadıkları için fethettikleri topraklarda hem askeri hem de kültürel olarak kalıcı olamamışlardı. Oysa İslam’ın kabulünden sonra Türkler “asimile olan” değil “asimile eden” bir millet oldu. Bunun en güçlü örnekleri ise Osmanlı tarihinde ortaya çıktı.




V. Mehmet, azinlik, Manastır



Örneğin Osmanlılar, İslam sayesinde Balkanlar’da kalıcı olabildiler. Balkanlar’da Kanuni Sultan Süleyman’ın Belgrad’ı almasıyla sağlamlaşan Osmanlı hakimiyeti, bölgedeki çeşitli Hıristiyan halkların zaman içinde ve kendi rızalarıyla İslam’ı kabul edişine vesile oldu.  Dahası Osmanlı yönetimi bölgeye asırlar süren bir istikrar ve barış getirdi. Din, dil ve ırk bakımından çok karışık bir yapıya sahip olan Balkanlar’da Osmanlı yönetim tarzı tüm bu farklılıkları birbirleri ile kaynaştırma temeli üzerinde kurulu idi. Balkanlar’ın coğrafi yapısı itibarı ile her dönemde muhafaza edilen farklı kültürler, tarih boyunca ancak Osmanlı döneminde birarada huzur ve güvenlik içinde yaşadılar.
Bu tarihi gerçek, Osmanlı arşivlerinde yer alan belgelerle de gün yüzüne çıkmaktadır. Prof. İsmet Miroğlu’nun “Türklerde İnsani Değerler ve İnsan Hakları” isimli çalışmasında yer verdiği belgeler Balkan halklarının Osmanlı yönetiminden duydukları memmuniyeti gözler önüne sermektedir. 12 Şubat 1867 tarihinde yazılmış olan başka bir belgede Bulgar Milleti’nin Osmanlı idaresinden memnun oldukları şöyle ifade edilir:
Bulgar Milleti kulları beşyüz seneden beri Osmanlı idaresi altında mesut olarak yaşamaktadırlar. Bu süre zarfında mal, can ve dinleri fesatçıların ve kötülük peşinde olan kişilerin tecavüzünden muhafaza edilmiştir. Halbuki diğer memleketlerde yaşayan güçsüz ve fakirler, zenginlerin saldırılarına ve zulmüne maruz kaldıkları gibi kendilerine her türlü haksız muamele de reva görülmüştür. Zira Osmanlı idaresi altında yaşayan kuvvetliler tarafından güçsüzlere hiçbir şekilde eziyet edilmemiş, güçlüler ve zayıflar devletin bahşettiği adalet ve hakkaniyetten aynı nisbette faydalanmışlardır. Osmanlı idaresindeki Hıristiyanlar arasında din ve mezhep farkı gözetilmeyerek hepsine eşit muamele edilmiştir.33




Osmanli Devleti, Yunan çeteleri
1829 yılında Osmanlı idaresinden çıkan Yunanistan tam anlamıyla çetelerin kontrolüne girdi. Üstte Selanik’in kaybedilmesinden önce eşkiyalarla işbirliği içinde olan Yunan ordusu. Altta bağımsızlık sonrası Osmanlı arazisinde çetecilik yapan Yunanlı eşkiyalar bir Osmanlı müfrezesince tevkif edilirken.




Söz konusu huzur ve istikrar, 19. yüzyılın başında gelişen ulus-devlet anlayışının Batılı güçler tarafından bu topraklarda kışkırtılan bağımsızlık hareketlerini alevlendirmesine kadar sürdü. 19. yüzyıl boyunca, dış güçlerin tahrikiyle, bölgedeki gayrimüslim tebaa arasında iç isyanlar başladı. İsyanların ilk siyasi sonucu, Yunanistan’ın 1829′da bağımsızlığını ilan etmesi oldu.
Başta Sırplar olmak üzere gayrimüslim halklar arasındaki isyan hareketlerinde, Rusya’nın yönlendirdiği Pan-Slavizm hareketi etkili oldu. Bilindiği gibi bu akım Slav ırkının üstünlüğünü, kültürel ve siyasi olarak birlikte hareket etmesi gerektiğini öne sürmekteydi. Buna göre özellikle Osmanlı topraklarında yaşayan Slav kökenlilerin milliyetçilik duyguları tahrik edilerek, Osmanlı aleyhine faaliyette bulunmaları sağlanıyordu.




Kara Todori Bey, Sadullah Bey, Balkanlar ve Osmanlı
Kongre çalışmalarına, Osmanlı İmparatorluğu’nu temsilen Sadullah Bey ve Kara Todori Paşa katılmıştı.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından düzenlenen Berlin Kongresi ile, Balkanlar’daki Osmanlı topraklarının önemli bir bölümü Devlet-i Ali’nin yönetiminden çıktı.




Yine bu akımdan etkilenen bazı topluluklar da daha rahat bir hayat umuduyla Rusya’ya göç etmekte idi. Ancak kısa süre içerisinde ne kadar büyük bir yanılgı içinde olduklarını anlamaya başladılar. Pan-Slavizm propagandasından etkilenerek Rusya’ya göç eden Bulgarların 30 Ocak 1862′de Osmanlı Devleti’ne geri dönebilmek için padişaha yazdıkları bir mektup bu pişmanlığı açıkça ifade etmektedir. Bu mektup, bir yandan Bulgarların Osmanlı topraklarından göç ettikleri için duydukları derin pişmanlığı dile getirirken, öte yandan Osmanlı’nın Batılı güçler tarafından yeri doldurulması mümkün olmayan adalet ve devlet anlayışını gözler önüne sermektedir:
Ecdadımız Osmanlı idaresi altında rahat ve her türlü nimet ve adaletle dolu bir hayat sürmüşler iken bizler, Rusya’ya gitmekle yazık ki bir tuzağa düşmüş olduk. Saf insanlar olduğumuz için aleyhimize tertiplenen bu hareketin sonunu düşünmedik ve bu işi bilerek yapmadık… Gece gündüz pişmanlık gözyaşları döküyoruz. Zira burada hiç kimse yüzümüze bakmıyor… Bizler gibi kandırılan Bulgar hemşehrilerimizle birlikte affedilerek tekrar Osmanlı topraklarına dönebilmemiz hususunu niyaz ederiz.34




Balkanlar'da savaş öncesi harita
1. Balkan Savaşı sırasında Osmanlı’ya karşı birleşen Balkan devletleri, II. Dünya Savaşı’nda Alman ve İtalyan ordularının işgaline uğrayacaklardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşları’ndan önceki sınırları
Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşları’ndan sonraki sınırları




Osmanlı dönemindeki istikrar ve bütünlük bölgeye istikrar getirmiş, hem bölge halkının yaşam kalitesini yükseltmiş, hem de dış güçlerin saldırılarına karşı küçük büyük tüm etnik kökenleri ortak bir savunma altına almıştı. İşte bu nedenle de gerek Osmanlı’nın varlığından, gerekse Balkan halklarının birlik olarak oluşturdukları büyük güçten çekinen dış güçler, uzun süre bu bölgeden uzak durmuşlardır.




Bulgar zulmüBulgar zulmü
Sol resim, I. Balkan Savaşı’nın ardından topraklarını genişleten Bulgar güçleri, 1913 yılında Yunan ve Sırp topraklarına saldırdı, ancak büyük bir yenilgiye uğradılar. Sağ resim, Balkan Savaşı’nda Müslüman halka yönelik Bulgar zulmü: İdamdan önce son namaz.




Ancak yüzyılın son çeyreğinde Rusya’nın ve Batılı ülkelerin yayılma ihtirasları yeniden kabardı. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından düzenlenen 1878 yılındaki Berlin Kongresi ile, Balkanlar’daki Osmanlı topraklarının önemli bir bölümü Devlet-i Ali’nin yönetiminden çıktı. Bulgaristan’ın büyük kısmı Osmanlı idaresinden koptu. Ruslar Besarabya bölgesini ele geçirdiler. Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsız birer devlet oldu. Bosna-Hersek ise, Osmanlı yönetiminde kalmakla birlikte “teorik” olarak Avusturya-Macaristan toprağı haline geldi.




Bulgar zulmü
2. Dünya Savaşı sırasında Balkan topraklarını işgal eden Alman güçleri Yugoslav halkını sokaklarda, iş kıyafetleriyle asmışlardı. Sokaklara asılan ilanlar Alman askerlerine direniş gösterildiği takdirde tüm halkı aynı sonun beklediğini ilan ediyordu.




Öte yandan Kıbrıs ve Süveyş de İngilizlere verildi. Berlin Kongresi öncesinde ve sonrasında, Osmanlı’nın parçalanması ve paylaşılması, dönemin Avrupa devletlerinin ve Rusya’nın dış politikasının temel hedefi oldu. Batılı ülkeler için Avrupa ile Asya arasındaki stratejik Osmanlı bölgelerini ele geçirebilmek ayrı bir önem arzetmekteydi. Bu amaçla, onlarca farklı dil, ırk, mezhep ve etnik kökenden oluşan Balkan halklarını birtakım milliyetçi hayallere kaptırıp provoke etmek ise hiç zor olmadı. Osmanlı döneminde içiçe geçmiş, sakin ve istikrarlı bir yaşam süren bu topluluklar, örneğin Sırplar, Bulgarlar veya Yunanlılar, çeşitli kışkırtmalarla ayrılıkçı ve çeteci toplumlara dönüştüler.
Gerçekte Balkan halkları kısa süre içinde Avrupa devletlerine ve Ruslara güvenerek yola çıkmakla tarihlerinin en büyük hatalarından birini yapıyorlardı. Çünkü Osmanlı’nın gitmesiyle bağımsız ve güçlü birer devlet halini alacaklarını zanneden Balkan halkları için asıl problemler yeni başlayacaktı. Tıpkı Osmanlı öncesinde olduğu gibi Balkan halkları tekrar parçalara bölünecek ve yıllarca birarada ve kardeşçe yaşayan toluluklar birbirleriyle savaşmaya başlayacaklardı.
Balkan devletlerinin, Osmanlı’ya karşı düzenledikleri I. Balkan Savaşı’nın ardından, kendi aralarında anlaşmazlığa düşüp II. Balkan Savaşı’na girişmeleri, bu tarihsel gerçeğin en açık kanıtı olacaktı.
I. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa devletlerinin masabaşında oluşturdukları suni sınırlara sahip ulus devletler, yaklaşan büyük fırtınanın habercisiydi.
II. Dünya Savaşı’nda baştan aşağı Alman ve İtalyan ordularının işgali altında kalan ve iç savaşlarla çalkalanan Balkan ülkeleri, savaşın sonunda komünist Sovyet rejiminin kontrolüne terk edildiler. Komünist idareler altında yıllarca baskı, şiddet ve işkenceye maruz kalan, dinlerini yaşamaları engellenen Balkan milletleri, büyük acılar çektiler.
Komünist rejimin dikta yönetimiyle perdelenen etnik kökenli tartışma ve çatışmalar, bu rejimlerin yıkılmasıyla birlikte kaldığı yerden -ve daha şiddetli bir şekilde- başladı.




OSMANLI SONRASI BALKANLAR
Cetnik, Ustasa Vahseti
Çetnik ve Ustaşa vahşeti
Çetnik, Ustaşa vahşeti
Çetnik terörü 1990′larda yeniden ortaya çıktı ve 200 bin Müslümanı katletti.




Bitmek Bilmeyen Kavgaların Kaynağı

Balkanlar’ı anlayabilmek için bölgedeki Türk-İslam tarihinin yanısıra, bölgenin stratejik ve coğrafi önemi üzerinde de durmak gerekir. Büyük bölümü dağlık ve kayalık olan, derin vadilerle parçalanmış ve sık bitki örtüleriyle kaplı Balkanlar’da coğrafi yapının bir sonucu olarak iletişim ve ulaşım her zaman zorlukla sağlanmıştır. (“Balkan” kelimesi de, “dağlık bölge” anlamına gelir.) Ulaşım ve iletişimin zayıflığı ise, birbirlerine komşu olarak yaşamalarına rağmen, kültürel yönden birbirinden çok uzak, hatta birbirine düşman halklar meydana getirmiştir. Etnik farklılıklara, kültürel farklılıklar da eklenince düşmanlıklar daha da artmış, Balkanlar istikrarsızlığa açık bir bölge haline gelmiştir. Balkanlar’da, asırlar boyunca yüzlerce devletin kurulmasının ve yüzlercesinin yok olmasının en önemli nedenlerinden biri farklılıkları düşmanlığa çeviren bu tutucu ve içine kapalı Balkan kültürüdür.
Çatışmaların alevlenmesinin altında yatan neden ise, bağımsızlığını ilan eden ülkelerde birbirine düşman ve birarada yaşamak istemeyen azınlıkların yer almaları olmuştur. Balkanlar’daki hiçbir devlet, etnik ve dini yönden homojen değildir. Bu karmaşık durumu şöyle de izah edebiliriz: Balkanlar’daki siyasi harita ile etnik dağılım haritası arasında büyük uyumsuzluklar vardır. Hemen hiçbir etnik grup -Karadağlılar ve Slovenler hariç- tek bir devletin çatısı altında yaşamamaktadır. Örneğin Arnavutluk’un siyasi sınırları ile Arnavutların yaşadıkları bölgelerin “çakışma” oranı yaklaşık %50′dir. Arnavutların neredeyse yarıdan fazlası Arnavutluk dışında, Kosova ve Makedonya’da yaşarlar.
Benzer bir biçimde Sırplar ile Sırbistan arasında da büyük bir uyuşmazlık vardır. 10 milyonu aşan nüfusları ile Balkanlar’ın en büyük etnik gruplarından biri olan Sırplar, Sırbistan’ın dışında iki ülkede daha yaşarlar: Hırvatistan ve Bosna-Hersek’te. Öte yandan Sırbistan toprakları içinde yaşayan insanların %15′inden fazlası Sırp değildir; bunlar kendilerini Sırplarla “can düşmanı” olarak gören Arnavutlar ve Sancak’taki Slav Müslümanlarıdır.
Balkanlar’daki hangi ülkeyi ele alsak, benzer bir mozaikle karşılaşırız. Bulgaristan’da Türkler ve diğer azınlıklar nüfusun %15′ini oluşturur. Makedonya nüfusunun %65′i Makedonlardan oluşur, ülkede %22 dolayında Arnavut, %4 Türk ve daha başka azınlıklar yaşamaktadır. Yunanistan’ın Batı Trakya bölgesinde 120 bin kadar Türk, ayrıca kuzey bölgelerinde büyük bir Slav Makedon azınlık yaşar. Bosna-Hersek’te nüfusun %45′i Müslüman, %30′u Sırp, %17′si ise Hırvat’tır.
Elbette bir ülke içinde farklı etnik ya da dini grupların yaşaması bir sorun değildir. Bu tür mozaikler, teorik olarak, “çok etnisiteli, çok kültürlü” bir devlet düzeni ve “birarada yaşama”ya dayalı toplumsal bir formül içinde yaşatılabilirler, tıpkı Osmanlı da olduğu gibi. Ancak ne yazık ki Balkanlar’daki devletlerin aşırı milliyetçi yaklaşımları, katı ideolojik uygulamaları bu formülü gerçekleştirilemez hale getirir. Bölgedeki devletlerin önemli bir bölümü -ki başlarında Sırbistan ve Yunanistan gelir- homojen bir etnik ve dini toplum oluşturma amacındadırlar. Bu, kimi zaman Sırbistan örneğinde olduğu gibi “etnik temizlik” çabalarına, kimi zaman da Yunanistan örneğinde olduğu gibi zoraki asimilasyon politikalarına yol açmaktadır. Bu ülkelerin söz konusu baskıcı politikalarında ısrarcı olduklarını ise yıllardır süregelen acı tecrübelerden sonra artık öğrenmiş bulunuyoruz.

Edirne’nin Gerisinde Bıraktıklarımız…





1912 öncesi, Balkanlar harita
1912 Balkan Savaşı Öncesi
1912′deki Balkan Savaşı’na dek İstanbul’dan yola çıkıp Adriyatik Denizi’ne kadar Devlet-i Ali Osmaniye’nin sınırları içinde ilerlemek mümkündü.




Balkanlar’ın bu karmaşık haritasının çok ilginç bir yönü ise, Türkiye’den Adriyatik’e kadar uzanan bir Türk-İslam kuşağı barındırmasıdır.
Önce geçmişe bir göz atalım. 1912′deki Balkan Savaşı’na dek İstanbul’dan yola çıkıp Adriyatik Denizi’ne kadar Devlet-i Ali Osmaniye’nin sınırları içerisinde ilerlemek mümkündü. Tüm Batı Trakya, Makedonya, Arnavutluk ve hatta bugünkü Yugoslavya’nın sınırları dahilinde kalan Kosova ve Sancak bile Osmanlı egemenliği altında idi. Selanik, Osmanlı İmparatorluğu’nun ikinci büyük kenti idi. Dahası, söz konusu Rumeli toprakları üzerinde yaşayan ahalinin de çoğunluğunu Türkler ve Müslümanlar oluşturuyordu. Batı Trakya ve Makedonya’da zamanında Anadolu’dan göçmüş olan Türkler ve Müslüman Slavlardan oluşan bir Türko-İslami halk, çoğunluğu oluşturuyordu. Arnavutluk, Kosova ve Makedonya’da yaşayan Arnavutlar da İslam dinini kabul etmeleri nedeniyle Devlet-i Ali’nin “has” tebasından sayılıyordu.
Bu Osmanlı mirasının Balkanlar’da nasıl hala ayakta olduğunu görmek içinse, İstanbul’dan çıkıp Bosna-Hersek’in kuzeybatı ucundaki Bihaç’a bir yolculuk yapmak yeter. Türkiye sınırlarından çıkıp Yunanistan’a girdiğinizde, Türk azınlığın yaşadığı Batı Trakya toprakları üzerinde ilerlersiniz. Burada yaklaşık 120 bin Türk soydaşımız vardır ve Yunanistan’ın onyıllardır uyguladığı asimilasyon politikalarına rağmen ısrarla milli ve dini kimliklerini korumaktadırlar.
Batı Trakya’nın hemen yukarısında, güneydoğu Bulgaristan’da ise daha kalabalık ve geniş bir Türk azınlık yaşamaktadır. Bulgaristan nüfusunun %9′unu oluşturan Türkler, ülkenin kuzey ve güneyinde yer alan iki geniş bölgede yaşarlar. Güney Bulgaristan’da batıya doğru ilerledikçe bu kez de Pomak Türklerinin yoğun olarak yaşadığı bölgelere ulaşırsınız. Pomaklar, az sayıdaki Çingene ile birlikte, Bulgaristan’ın %13′lük Müslüman nüfusunu oluştururlar.
Batıya doğru daha da ilerleyince Makedonya’ya varırsınız. Yunanistan’la Sırbistan’ın arasında sıkışmış olan ve her ikisini de kendisi için bir tehdit olarak gören bu küçük Balkan devleti, stratejik olarak Türkiye’yle aynı saftadır. Dahası, Makedonya’da çok sayıda Arnavut ve sayıları yüksek olmasa da ağırlıkları bulunan bir Türk azınlık yaşamaktadır. Bu iki Müslüman unsur, ülke nüfusunun yaklaşık %30′unu oluşturur.
Daha da batıya gittiğinizde ise, Türkiye’ye göçmüş olan milyonlarca soydaşı, Müslümanlığı ve anti-Sırp, anti-Yunan stratejik konumu nedeniyle yine Türkiye’ye yakından bağlı olan Arnavutluk’a ulaşırsınız. Vardığınız sahil, Adriyatik sahilidir.




Bosna-Hersek harita, 1991 nüfus sayımı
1991 nüfus sayımına göre Bosna-Hersek’teki etnik grupların ülke içindeki dağılımları ve 1995′teki Dayton Anlaşması ile belirlenen Sırp Cumhuriyeti ve Müslüman-Hırvat Federasyonu arasındaki sınır.
1 ve 2- Dayton Anlaşması’yla belirlenen sınır
a- Hırvatlar, b- Müslümanlar, c- Sırplar, d- Karışık yada belirlenmemiş




Hepsi bu kadar değil. Arnavutluk’tan kuzeye çıkın, bu kez “Sırbistan içindeki Arnavutluk”a, yani Kosova’ya ulaşırsınız. Kosova nüfusunun %90′ını oluşturmalarına karşın Sırbistan yönetimi tarafından sistemli bir biçimde ezilen bu Arnavutlar, Müslüman kimliğine ve dolayısıyla “Türkiye ekseni”ne psikolojik olarak son derece bağlıdırlar. Kosova’dan kuzeybatıya doğru ilerlediğinizde ise, Sırbistan ile Karadağ arasındaki sınır boyunca uzanan Sancak bölgesine gelirsiniz. 1912′ye kadar Osmanlı toprağı olarak kalmış olan bu bölgedeki Slav Müslümanları, son derece güçlü bir İslami kimliğe sahiptirler.
Sancak’ın bittiği yerde Bosna başlar. Bugün doğu Bosna, Bosna-Hersek Federasyonu’nun Sırp tarafını oluşturan Republika Srpska’ya aittir. Ama işgal edilmiş olan bu bölge biraz yarılsa, İzzetbegoviç’in Dayton Anlaşması’nda bırakmamak için çok direndiği “Gorazde koridoru”nu kullanarak Saraybosna’ya ve oradan da Devlet-i Ali Osmaniye’nin sınırlarının vardığı en uç noktaya, Bihaç’a varmak mümkündür.




Osmanlı'nın yıkılması ile ilgili gazete haberi
Bugün pek çok tarihçi Balkanlar’daki çatışmaların Osmanlı’nın bölgeden çıkışıyla birlikte başladığına işaret etmekte ve Balkan halklarının Osmanlı yönetimini özlediğini vurgulamaktadır.
Eylül 1998, Tarih ve Medeniyet Dergisi




Edirne’den Bihaç’a uzanan bu kuşak, dikkat edilirse, jeostratejik yönden oldukça anlamlı bir hat üzerinde uzanmaktadır. Bu ise tesadüfi bir durum değil, aksine hesaplanmış ve bilinçli olarak oluşturulmuş bir stratejidir: Osmanlı yönetimi, Balkanlar’ı fethettikten sonra bölgede demografik bir düzenleme yapmış ve asırlar süren bir süreç içinde bölgedeki önemli stratejik noktalara Müslüman toplulukları yerleştirmiştir. Bu Müslüman toplulukların bir kısmı Anadolu’dan göç ettirilerek Balkanlar’a yerleştirilen göçebe Türkmen boyları, bir kısmı ise Müslümanlığı sonradan kabul eden otokton (Müslümanlığı sonradan kabul eden, aslen Türk olmayan, ama Müslüman olduğu için bölgede Türk kabul edilen halklar) bölge halklarıdır (Arnavutlar, Boşnaklar gibi).
Kısacası Devlet-i Ali Osmaniye artık yoktur, ama Balkanlar’ı bir uçtan diğer bir uca kat eden bir Türk-İslam kültürü ve medeniyeti onun mirası olarak hala ayaktadır. Sayıları 10 milyonu bulan Balkan Müslümanları, Edirne’den Bihaç’a kadar uzanan bir hat üzerinde yaşamaktadırlar. Dahası, bu hat üzerinde bazıları 1878′den bazıları ise 1912′den bu yana direnmektedirler. Tek umutları ise bir gün eski huzurun, barışın ve düzenin yeniden kurulması, güçlü bir birliğin tesis edilmesidir…

Balkan Müslümanlarının Türk Kimliği

“Türko-İslami” tanımı gerek Balkan Müslümanlarının bizzat kendileri, gerekse onları “düşman” olarak gören Balkan milliyetçileri tarafından benimsenen bir tanımdır. Bugün başta Sırplar olmak üzere diğer tüm Balkan milliyetçileri, Boşnakları ve Arnavutları, yani etnik olarak Türk olmayan ve Türkçe konuşmayan Balkan Müslümanlarını “Türk” olarak tanımlarlar. Bunun nedeni ise, etnik kökenleri ne olursa olsun, Balkanlar’daki tüm Müslümanların, aralarında yaşadıkları Hıristiyan uluslardan ayrı bir “millet” olarak algılanmalarıdır. Bu “millet”in ismi ise, her ne kadar etnik bir Türklüğü ifade etmese de, “Türk Milleti”dir. Florida Üniversitesi’nden Balkan tarihçisi Maria Todorova bu durumu şöyle açıklıyor:
Balkan milliyetçiliği Ortodoks Hıristiyanların birliğini parçalarken, öte yandan tek vücut ve değişmez bir Müslüman cemaati imajı üretmiştir ve bunu da “millet” kavramı bazında görmektedir. Bir başka deyişle, Balkanlar’daki Hıristiyan halklar kendi aralarında milliyetçilik kıstasına göre ayrımlar geliştirirken, öte yandan Müslümanlara, sanki bu insanlar tek bir milletmiş gibi davranmışlar ve bu yönde bir söylem geliştirmişlerdir. Bu Hıristiyan uygulamasının en açık örneği, Balkanlar’daki tüm Müslümanlara, etnik kökenlerine göre bir ayrım yapmadan, “Türk” denmesidir. Bu, bölgede hala çok yaygın olan bir kullanımdır.
Öte yandan, Balkan Müslümanlarının geneli de, milliyetçi söyleme adapte olmadıkları ve Balkanlar’daki ulus-devlet oluşumları tarafından dışlandıkları için, kendilerini ayrı bir “millet” sayan bir toplumsal bilinci bugüne kadar korumuşlardır.35




SOYKIRIM DEVAM EDİYOR…
Hersek, Mostar şehri, şehit müslümanlar
Bosna savaşı, ağlayan yaşlı kadın
Osmanlı’nın bölgeden çıkmasıyla birlikte başlayan çatışmalar, 1990′lı yıllarda Bosnalı Müslümanlara yönelik büyük bir soykırıma dönüştü. Osmanlı zamanında bir kültür merkezi olan Hersek yıkık binalarla doldu. (en üst resim)
Sırp zulmü
07.05.2001, Milli Gazete
Sırp zulmü
08.05.2001, Star Gazetesi
Pomak Türkleri yıllardır Müslüman-Türk kimliklerinden dolayı büyük zulüm görmektedirler. Yıllardır devam eden Bulgar zulmünün amacı da, bu varolan Türk-İslam kimliğini ortadan kaldırmaktır.




Todorova’nın da belirttiği gibi, Balkan Müslümanları için dini kimlikleri her zaman için etnik kimliklerinden çok daha öncelikli olmuştur. Bosna’daki durum daha da belirgindir; Sırplarla ya da Hırvatlarla tamamen aynı etnik kökene sahip olan ve aynı dili konuşan Boşnaklar, bu iki halkla hiçbir zaman bütünleşmemiş, kendilerini hep Osmanlı ekseninde görmüşlerdir.
Balkan uzmanı Eran Frankel, aynı durumun Makedonya içinde de geçerli olduğunu vurgular. Frankel’e göre, “Makedonyalı Müslümanlar hiçbir zaman Makedonyalılık adına İslam’ı geri plana atmış ya da reddetmiş değildirler. Aksine, çoğu kez kendi Slavlıklarını reddetmişler ve Slav-olmayan bir İslam kimliğini benimsemişlerdir.”36 Yine Frankel’e göre Makedonya’daki Müslüman Arnavutlar ya da Çingeneler, kendilerine Slav kimliğini benimsemektense, “Türk” olarak tanımlanmayı tercih ederler.37
İşte bu nedenle de, Türkiye’nin Balkan yarımadasındaki “uzantısı” olan halklar, yalnızca birkaç milyonluk Balkan Türk’ü değil, nüfusları 10 milyonu bulan Balkan Müslümanlarıdır. Çoğu etnik olarak Türk olmayan ve Türkçe konuşmayan bu insanlar, kendilerini aynı dili konuştukları Sırplardan ya da Bulgarlardan çok, Türklere yakın hissetmektedirler.




kudus



Çünkü bu insanlar herşeyden önce “Osmanlı”dırlar ve Türkiye de Osmanlı’nın yegane mirasçısıdır. Tarihçi Maria Todorova, bu konuda şöyle söyler:
Türkiye’nin Balkanlar’daki etkisi oldukça komplekstir. Bu etki, öncelikle Balkanlar’daki Türkçe konuşan nüfusa yöneliktir. Bu nüfusun büyük bölümü Bulgaristan’da yaşar, kalan kısmı ise çok daha az sayılarda Yunanistan, Romanya ve eski Yugoslavya’dadır. Ancak Türkiye’nin etki alanı bununla sınırlı değildir. Aynı zamanda Slav diliyle konuşan Müslümanlar da Türkiye’nin etki alanı içindedirler.38
Todorova, Türk-olmayan Balkan Müslümanlarının kendilerini Türklükle özdeşleştirme eğilimlerine gösterge olarak ilginç bir noktanın daha altını çizer: 20. yüzyıl boyunca Balkanlar’dan Türkiye’ye göç eden Slav Müslümanlar (Arnavutlar dahil), Türk kimliğini benimseyerek Türk toplumu içinde asimile olmuşlardır. Bu durum, Todorova’ya göre, “Osmanlı mirasının Türk etkisine dönüşmesinin açık bir örneğidir.”39
Dolayısıyla Türkiye’ye düşen, Balkanlar’daki etnik ve dini mozaiği iyi analiz etmek ve bu mozaik içinde, kendi tarihsel kimliğine uygun bir strateji belirlemektir. Bunu yaparken etnik, dini ve kültürel değerlerin dünya siyasetinde her geçen gün daha fazla önem kazandığını, dünyanın giderek daha artan bir biçimde medeniyetler arasındaki ilişkilerle tanımlanacağını da hatırlamak gerekmektedir. Dahası, Balkanlar, etnisite, din ve kültür gibi kavramların en etkili olduğu bölgelerin başında gelmektedir. Bir başka deyişle, Soğuk Savaş sonrası dünyada, Türkiye Balkanlar’a bakarken kendi tarihsel ve kültürel kimliğini ön plana çıkarmalı ve bu kimliğe uygun bir strateji belirlemelidir.
Görüldüğü gibi tüm Balkanlar’da, aslında etnik olarak “Türk” olmamalarına karşın, kendilerini “Türk” olarak gören ya da görmeye eğilimli büyük bir Müslüman nüfus vardır. Bu “fahri soydaşlarımız”ı bize bu denli bağlayan unsur ise Türk-İslam ahlakı ve Osmanlı mirasıdır. Nitekim 1997 yılının başlarında Belgrad’da yapılan gösteriler esnasında protestocuların “Türk Yönetimine Özlem”, “Neredesin Ey Türk (Osmanlı) Yönetimi Altındaki Günler” şeklinde pankartlar açmaları Batı basınının da dikkatini çekmiş ve Türkiye’nin bölgede aktif olması gerektiğinin altını bir kez daha çizmiştir.40
Üstelik artık Batılı güçler Balkanlar’da kanayan yarayı tedavi etmeye güçlerinin yetmediğini kendileri de itiraf etmektedirler. Eski Dışişleri Bakanlarından Hikmet Çetin, Zaman Gazetesi‘nde yayınlanan bir haberde Batı’nın Balkanlar sorununu çözmekte içine düştüğü aciz durumu şu şekilde ifade etmiştir:
1992 yılında Bosna-Hersek konusunda bir toplantı yapılıyordu. Türkiye de çağrıldı. Miloseviç, Karadziç hepsi oturuyorlardı. Benim yanımda Amerika Dışişleri Bakanı vardı. Yugoslavya’da yedi yıl büyükelçilik yapmış. Bana dönerek ‘Siz bu felaket yerlerde 500 yıl nasıl kaldınız?’ dedi.”41
Görüldüğü üzere Balkanlar’da kalıcı barışın inşa edilmesinin yolu Türk-İslam kültürünün devlet anlayışından geçmektedir. Bugün her türlü teknik, teknolojik ve askeri imkana sahip olan Batı, bölgeye sadece askeri güç yığınağı yapmakla yetinmekte, ancak bölge halklarının güvende hissedebileceği asayiş ve düzeni sağlayamamaktadır. Aksine yapılan dış müdahaleler bölgede yaşananları daha da karmaşık hale getirmekte, zulmün hızını ve şiddetini artırmaktadır.
İşte bu nedenle Türkiye, Osmanlı kimliğine ve tarihine sahip çıkmakla yükümlüdür. Üstelik bu durum Türkiye için büyük bir stratejik avantaj da oluşturmaktadır. “Osmanlı” kavramı Türkiye’nin etkisini sınırlarının çok ötesine taşıyan büyük bir vizyonun adıdır. Bu Balkanlar’da olduğu gibi Ortadoğu’da da böyledir.

Dipnotlar

31 Prof. Dr. Ramazan Özey, Yiğit Düştüğü Yerden Kalkar, Tarih ve Düşünce, Ağustos 2000, s. 30
32 Şükrü Karatepe, Yeni Şafak, 29 Mart 1999
33 Başbakanlık Arşivi, Bulgaristan İdare Kataloğu, nr. 89
34 Başbakanlık Arşivi, Bulgaristan İdare Kataloğu, nr. 79
35 Maria Todorova. “The Ottoman Legacy in the Balkans”, The Balkans: A Mirror of the New International Order. (ed. G. G. Özdoğan, K. Saşbaşlı) Eren, İstanbul, 1995. s. 70
36 Eran Frankel. “Turning a Donkey into a Horse: Conflict and Paradox in the Identity of Macedonian Muslims”, 23rd National Convention of the AAASS, Miami, 1991
37 Eran Frankel. “Turning a Donkey into a Horse: Conflict and Paradox in the Identity of Macedonian Muslims”, 23rd National Convention of the AAASS, Miami, 1991
38 Maria Todorova. “The Ottoman Legacy in the Balkans”. The Balkans: A Mirror of the New International Order. (ed. G. G. Özdoğan, K. Saşbaşlı) Eren, İstanbul, 1995. s. 71
39 Maria Todorova. “The Ottoman Legacy in the Balkans”. The Balkans: A Mirror of the New International Order. (ed. G. G. Özdoğan, K. Saşbaşlı) Eren, İstanbul, 1995. s. 72
40 Gündüz Gazetesi, 12 Ocak 1997
41 İsmail Yediler, “Osmanlı’nın yani İslam’ın”, 22 Eylül 1994, Zaman Gazetesi

Ortadoğu’ya Barışı Getirmek






Yavuz Sultan Selim
Yavuz Sultan Selim




Ortadoğu belki de dünya coğrafyasının en karmaşık, en sorunlu ve en önemli bölgesidir. 20. yüzyılın en büyük değeri haline gelmiş olan petrolün yüksek miktarda çıkarılmasıyla büyük önem kazanan Ortadoğu, geçen yüzyılın başından bu yana dünyanın en istikrarsız, en kanlı bölgelerinden biri haline gelmiştir. Savaş, terör, işgal, katliam, çatışma gibi kelimeler Ortadoğu halkının günlük hayatının bir parçası haline gelmiştir.
Müslümanların, Hıristiyanların ve Yahudilerin kutsal mekanlarını barındıran bu topraklar, 1517′de Yavuz Sultan Selim’in fethi ile Osmanlı topraklarına katılmış, 19. yüzyılın başlarına kadar da Osmanlı hakimiyetinde kalmıştır. Aynı yıllarda Hicaz topraklarının da Osmanlı sınırlarına dahil edilmesiyle birlikte, bölgede tam anlamıyla bir Türk hakimiyeti sağlanmıştır.
Türk hakimiyeti ile birlikte bölgeye huzur, bolluk ve refah gelmiştir. Başta Kanuni Sultan Süleyman olmak üzere, tüm Türk Sultanları da Kudüs topraklarına özel bir ilgi göstermiş, İmparatorluğun en zor ve sıkıntılı günlerinde dahi bu bölgeyi ihmal etmemişlerdir. Kurulan vakıflar ve eğitim kurumlarının yardımıyla halkın maddi durumu kadar kültür seviyesinin de yükselmesi için çaba göstermişler, bölgede köklü bir Türk-İslam medeniyeti kurmuşlardır. Günümüzde bölge halkı kendini hala Osmanlı-Türk kültürüne yakın hissetmekte ve bölgede Türk-Osmanlı medeniyeti, mimarisi, emeği ve tüm haşmeti ile varlığını hala korumaktadır.
Her üç dinin de merkezi konumundaki Kudüs, tarih boyunca en uzun istikrar dönemini Osmanlılar zamanında yaşamış, Kudüs halkı 400 yıl boyunca adaletin, barış ve güvenliğin nimetlerinden faydalanmıştır. Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar tüm mezhepleri ile birlikte, kendi inançları doğrultusunda, diledikleri gibi ibadetlerini yerine getirmişler, kendi örf ve adetlerini yaşamışlardır.
Ancak bu toprakların Osmanlı’nın elinden çıkması ile birlikte önce sömürgeci devletlerin, daha sonra 1948′de kurulan İsrail Devleti’nin uyguladığı işgalci politika, yaklaşık 100 yıldır bölgede dirlik ve düzen bırakmamıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın başında Balkanlar’dakine benzer bir süreç Ortadoğu’da da yaşanmıştır. Osmanlı’yı bu bölgeden uzaklaştırmak ve geride kalan tüm izlerini silmek isteyen güçler yine devreye girmiş ve Balkanlar’dakine benzer bir parçalama politikasına başlamışlardır. Özellikle de İngiltere ve Fransa’nın müdahaleleri Ortadoğu’yu bitmek bilmeyen bir kargaşanın içine sürüklemiştir. Ortadoğu’nun dünyanın en zengin petrol yataklarını barındırdığının fark edilmesi ise Ortadoğu’yu paylaşma yarışını hızlandırmıştır. İki ülke arasındaki gizli Sykes-Picot anlaşması Fransa ve İngiltere’nin bu gizli planlarının bir belgesi niteliğindedir.
1916′da İngiltere temsilcisi Sir Mark Sykes ile Fransa temsilcisi M. F. George Picot arasında imzalanan söz konusu anlaşma Osmanlı topraklarını İngiltere, Fransa ve Rusya arasında paylaştırırken, Filistin için de uluslararası bir statü öngörüyordu. İşte bu ileride kurulacak olan İsrail Devleti için de ilk adımdı.

Bölgeye Terör Tohumlarının Serpilmesi…





Theodor Herzl
Siyonist hareketin kurucusu Theodor Herzl




Sykes-Picot anlaşmasının imzalandığı dönem, bölgede bir Yahudi Devleti kurulması için hummalı bir çabanın yürütüldüğü dönemdi aynı zamanda. MS 70 yılında bu topraklardan sürülmeleriyle birlikte dünyanın dört bir yanına dağılan Yahudilerin Filistin hayali tarihin hiçbir döneminde sönmemişti. 1890′ların başında aslen bir gazeteci olan Theodor Herzl’in önderliğinde kurulan “Siyonizm” hareketi, dünyaya yayılmış olan Yahudilerin tekrar Filistin’e dönmeleri ve bağımsız bir devlet kurmaları için çalışmalara başladı. Herzl, 21-31 Ağustos 1897′de Basle’da topladığı I. Siyonist Kongre’de temel hedef ve yöntemleri tespit etti. Bu amaçla örgütler toplandı, fonlar oluşturuldu, günümüz deyimiyle son derece örgütlü bir “lobici”lik faaliyeti başladı. (Konu hakkında detaylı bilgi için Bkz. Yeni Masonik Düzen, Harun Yahya, Araştırma Yayıncılık, 5. Baskı, Temmuz 2003)
Burada şunu belirtmek gerekir ki, Yahudilerin atalarının yaşamış olduğu Filistin topraklarına dönme ve burada yerleşme arzuları son derece meşru bir taleptir. Ancak bu meşru talep yerine getirilirken, başka insanların zarar görmemeleri, evlerinden ve yurtlarından olmamaları, yaşamlarını huzur içinde devam ettirebilmeleri gerekir. Ne var ki İsrail’in kuruluş döneminde, radikal Siyonistlerin eylemleri nedeniyle bu gerçekleşmemiş, hakka ve adalete sığmayan olaylar yaşanmıştır. Ancak bu olaylardan bütün Yahudi halkını sorumlu tutmak son derece yanlıştır. Müslümanlar inançları gereği sağduyulu, adaletli ve affedicidirler. Filistin topraklarında son bir asırdır yaşanan olayların da Kuran ahlakının gereği olan bu anlayışla değerlendirmek gerekir.
1917′de ise İngiltere Dışişleri Bakanı James Balfour, Siyonistlerin önde gelen isimlerinden Edmond De Rothschild’e gönderdiği bir mektupta “Majestelerinin Hükümeti’nin Filistin’de bir Yahudi vatanı kurulmasını desteklediğini” ifade ediyor, böylece uluslararası arenada İsrail Devleti’nin yolu da açılmış oluyordu. Bu vaat, Filistin’in I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’nın egemenliğinden çıkmasıyla anlam kazandı. 1918 yılında Osmanlı askerleri Filistin’den çekildi ve bölge İngiliz hakimiyetine girdi. Bu yeni hakimiyetle birlikte bölge yaklaşık bir asırdır süregelen bir çatışmanın da içine girmiş bulunuyordu. 1880 ile 1918 yılları arasında Filistin’de 24 bin olan Yahudi nüfusu 65 bine çıkıyor ve böylece hukuksuzca yurtlarından çıkarılan Araplarla Yahudiler arasında gerginlikler tırmanmaya başlıyordu. Bölgede düzenli olarak artan Yahudi nüfusu, II. Dünya Savaşı’nda toplam nüfusun dörtte birine yükseldi.




Kudus, Saffa, General Allenby
Kudüs’e Saffa kapısından bir Haçlı komutanı gibi giren İngiliz General Allenby, aynı zamanda Müslüman Filistin halkına yönelik çok büyük bir baskı ve zulüm politikasının başladığına da işaret ediyordu.




Araplar, İngilizler ve Yahudiler arasında yıllar süren çatışmalar 1947 yılında Birleşmiş Milletler nezdinde görüşülmeye başlandı ve konuyla ilgili kurulan özel komisyon Filistin’in Yahudi ve Araplar arasında ikiye bölünmesini, Kudüs’ün ise uluslararası bir statüye kavuşturulmasını önerdi. Ancak öneri Arap devletleri tarafından kabul edilmedi. Siyonistlerin 1948 yılında bağımsız devletlerini ilan etmeleriyle birlikte 50 yıldan fazladır süren savaşların temeli atılmış oldu.




II. Abdülhamid Han
II. Abdülhamit




Siyonizm üzerine bina edilmiş olan İsrail, önce 1948′de, ardından da 1967′de Arap topraklarını işgal etti ve bu iki aşamada Filistin’in tamamını ele geçirdi. 3,5 milyon Filistinli evlerini terk edip mülteci olarak yaşamlarını devam ettirmeye başladılar. Yıllarca süren savaşlar neticesinde binlerce masum insan hayatını kaybetti. İsrail’in kuruluşundan bu yana devlet yönetiminde etkin olan bazı radikal Siyonistler, terör ve şiddeti devlet politikası haline getirmiş ve sadece işgal edilen topraklarda değil, tüm Ortadoğu coğrafyası üzerinde terörün ve anarşinin baş aktörü olarak yer almışlardır.
Bu terör halen devam etmektedir. Kadın, çocuk, yaşlı ayırt etmeden katliamların yapıldığı Filistin topraklarında, henüz 11-12 yaşındaki çocukların kurşunlara, roketlere, hava saldırılarına karşı taşlar ve sopalarla yürüttükleri amansız direnişleri artık alışılmış manzaralar halini almıştır. Henüz 15′ine bile gelmemiş çocuklar İsrailli askerlerin dipçikleriyle feci şekilde dayak yemekte, okullarına kurşun yağmurları altında gitmekte, attıkları taşlara gerçek mermilerle karşılık verildiği için çoğu sakat kalmakta ya da ölmektedirler. Ancak televizyon kameralarından tüm dünya kamuoyuna yansıyan bu görüntülerden de öte bir terör anlayışı vardır İsrail Devleti’nin. 1948 yılında bir Arap köyü olan Deir Yassin’e İsrail terör örgütü Stern tarafından düzenlenen saldırının izleri hafızlardan hala silinmemiştir. Hamile kadınlar ve çocukların da dahil olduğu 280 kadar köylünün sokaklarda dolaştırıldıktan sonra kurşuna dizildiği Deir Yassin’de genç kızlara tecavüz edilmiş, erkeklerin cinsel organları kopartılmıştır. Raporlarda ortadan ikiye bölünen küçük bir kız çocuğundan bile söz edilmektedir.42 Bu şekilde 6 ay içinde Arap köylerine düzenlenen sayısız baskın neticesinde 400 bine yakın Arap yurdunu terk etmek zorunda kalmıştır.
Radikal Siyonistler bölgede ideolojileri gereği uyguladıkları terör ve baskı politikasını gizli veya açık devam ettirmektedirler. Öte yandan bölgedeki diğer devletlerin de gerek kendi iç sorunları, gerek birbirlerinden destek görmemeleri, gerekse zayıf ekonomileri nedeniyle bu politikaya karşı etkin bir güç oluşturmaları mümkün olmamaktadır. Ortadoğu devletleri tek bir ideal ve ülkü doğrultusunda kendilerini birleştirecek ve yönlendirecek bir gücün bekleyişi içindedirler. Bu güç ise sahip olduğu tarihi miras gereği Türkiye’nin elindedir. Çünkü Türkiye’nin tüm bölge devletleri üzerinde tahminlerin üzerinde bir etkisi vardır. Ancak I. Dünya Savaşı sırasında bu bölgede izlenen politikanın izleri de halen devam etmektedir.




Filistin, altı gün savaşları
Filistin’e giren Siyonist güçler işgal, katliam ve baskı ile kendi devletlerini kurdular. Üstteki İbranice yeni yıl kartında Altı Gün Savaşı’nın mimarları Moshe Dayan ve Ishak Rabin görülüyor.









Deir Yassin katliamı
İsrail askerleri Deir Yassin Katliamı sırasında çok büyük bir terör uygulamıştır. Evler yakılmış, çocuklar öldürülmüş, genç kızlara tecavüz edilmiş, aralarında hamile kadınların da bulunduğu 280 kişi kurşuna dizilmiştir.









İSRAİL FİLİSTİN HALKINI YOK EDİYOR! Filistin'de Müslümanlara yapılan zulüm
Filistin'de Müslümanlara yapılan zulüm
İsrail terörü halen devam etmektedir. Kadın, çocuk, yaşlı ayırt etmeden katliamların yapıldığı Filistin topraklarında, henüz 11-12 yaşındaki çocukların kurşunlara, hava saldırılarına karşı taşlarla yürüttükleri amansız direnişleri artık alışıldık manzaralar halini almıştır.
filistin, savaş, şehitler
Filistin'de bombalardan yıkılan evler, ölen insanlar









ORTADOĞU’DA SAVAŞLAR BİTMİYOR!
Körfez Savaşı, bombalanmış Beyrut
Solda, bombalanmış Beyrut. Sağda, Körfez Savaşı
İsrail askeri Lübnan halkına şiddet uygularken
İsrail askerleri Lübnanlı halka şiddet uygularken
19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın başında Balkanlar’dakine benzer bir süreç Ortadoğu’da da yaşanmıştır. İngiltere ve Fransa’nın müdahaleleri ve İsrail Devleti’nin işgalci politikaları, Ortadoğu’yu bitmek bilmeyen bir kargaşanın içine sürüklemiştir.









İsrail, Filistin, 2004 Tercüman
İsrail, Filistin, 2004 Star
Üst resim, 22.05.2004 Tercüman Gazetesi
Alt resim, 20.05.2004  Star Gazetesi









Tarih ve Medeniyet dergisi, Osmanlı
Kasım 1998, Tarih ve Medeniyet Dergisi
Türkiye Gazetesi 1995, Tarih ve Düşünce Dergisi 2000, Osmanlı
15.04.1995, Türkiye Gazetesi (Osmanlı’yı Arıyoruz)
Kasım 2000, Tarih ve Düşünce Dergisi (Osmanlı’nın Adın Besmele ile Anarız)